Sevgili AKİS Okuyucuları Z

cy a

pe

Kendi Aramızda

AKİS

Sevgili AKİS Okuyucuları

Haftalık Aktüalite Mecmuası S e n e : 3, Cilt: VIII, S a y ı : 124 Rüzgârlı Sok. Ovehan Kat

Author Ediz Uğurlu

32 downloads 303 Views 1MB Size
cy a

pe

Kendi Aramızda

AKİS

Sevgili AKİS Okuyucuları

Haftalık Aktüalite Mecmuası S e n e : 3, Cilt: VIII, S a y ı : 124 Rüzgârlı Sok. Ovehan Kat: 3, D a i r e ; 7 P. K. 582 — Ankara 18992 (Yazı İşleri) 15221 (İdare)

Fiatı : 60 Kuruş

*

Neşriyat

Müşaviri

:

Metin TOKER *

İmtiyaz Sahibi ve y a z ı işlerini fiilen idare eden Mes'ûl Müdür :

Yusuf Ziya ADEMHAN * Umumi

Neşriyat

Müdürü

Hamdi AVCIOĞLU * Teknik

Sekreter

:

*

Karikatür

:

TURHAN * :

Hüseyin EZER Osman ÖZCAN ASSOCIATED PRESS TÜRK HABERLER AJANSI

*

Klişe

:

Doğan Klişe ATELYESİ Müessese

*

Müdürü

:

Mübin TOKER *

8 aylık 6 aylık 1 senelik

*

akınız, bahis mevzuu şuur ne­ B dir: Arjantin diktatörü Peronun

karısı Evita, İsviçreye geliyor. Bu, bir resmî ziyarettir. İsviçre konfe­ derasyonunun başkanı Petit-Pierre kadını karşılıyor. Adet veçhile açık bir arabaya biniliyor ve Ma­ dam Peronun oturacağı yere doğ­ ru yola çıkılıyor. Halk gürültü edi­ yor. Bir diktatörün karısının, memleketlerini ziyaretinden mem­ nun değillerdir. Alay ilerliyor, Mr caddede homurtu büsbütün artı­ yor. Ondan sonra bir domates, ge­ lip dilber Evitanın beyaz elbisesine yapışıyor. Onu, başka çürük do­ matesler takip ediyor. Polisler te­ zahürata mani olmak istiyorlar; dinleyen k i m ? İşin gülünç tarafı, o "nüfusun İsviçreli, işte budur. Evita kim­ okuyup yazma bilmeyen yüzde dir? Y a b a n a bir memleketin ya­ sekseni" Demokrasiye b i ç olmazsa bancı diktatörünün yabancı ka­ sevkıtabiisi, aklı selimi ve rejimin rısı.. A m a diktatör olma heveslisi bir kaç İsviçreli varsa, bu dersten basit faziletlerini hissetmesi ile iibret almayacaklar mıdır? Böyle nanmaktadır da yüzde yirmiye bir diyarda totaliter taraftarla­ dahil üstadlar -aksi halde belki rının şansı kalır m ı ? Bu milletin kendilerine bir vazife düşer diyediktatörlüğün şaklabanlığını ya­ başına, kendisini dâhi sanan bir meczup belâ kesilebilir m i ? Bern'­ parlar. de Hitler olur mu ? Zira işin aslında, Demokrasinin Ne var ki kütlenin şuuru ne kültür ile alâkasını her zaman gör­ Allahın vergisi, ne Giyom Telin mek kabil değildir. Dünyanın, hiç eseridir. Allah nimetlerini kulları şüphe yok en kültürlü milleti olan Almanlar Diktatörlüğün sembolü arasında mütesaviyen paylaştırır; Hitleri elleriyle iktidara getirmiş­ Giyom Tel ise bir semboldür, İsviçrede halkın ka­ ler, onu frenle­ hir ekseriyeti ço memişler, hürri­ banken "bizim yetlerinin teker AKİS Toplattırılınca... çobanlar için en teker yok edil­ KİS'in gecen sayısı, "Adaiyi rejim dikta­ diğini gördükle­ let - Bir yazının mânası" baştörlüktür" diyen ri halde hare­ lıklı yazıda suç bulunduğu iddi­ münevver zibi­ ketsiz kalmışlar ası ile Ankara Savcılığının ta­ diler çıkmamış­ ve bu yüzden lebi üzerine toplattırılmıştır. tır. İşte bütün felâketlerin en Bu sayıda, geçen haftanın ma­ mesele bu! büyüğüne uğra­

pe cy

Fotoğraf

Bu teoricilerin yanında, pratik­ ler de mevcuttur. Yer yüzünde bir şehirde, hem de plânsız program­ sız, s a ğ a sok» kazma vurularak iki yol genişletildi mi ağızlar bir karış açılır. Bir pazarda, memle­ ketin bütün iktisadiyatını arap saçına döndürmek pahasına bir ay müddetle fiyatlar üç kuruş düşü­ rüldü mü "o millet en iyi idareye kavuştu" olur. Salonlarda aklıevveller türer. Zaten iş yapmanın yolu, kimseyi dinlememektir! O karışacak, bu karışacak, o eteğin­ den çekecek, bu çelme takacak! Boş ver efendim.. Demokrasi de ne oluyormuş? Demokrasi, Demok­ rasi diye altlarındaki koltukları başkalarına kaptıranlar budala­ lıklarına doymasınlar. Otur be adam, keyfine baksana.. Rahat mı battı ? Demokrasi, değil m i ? Al sana, Demokrasi.. Sonra da meş­ hur teori: Nüfusunun yüzde sek­ seni okuyup yazma bilmeyen bir memlekette demokrasiye gidildi mi, i ş t e böyle olur. Biz kim, D e ­ mokrasi kim ?..

renin çok daha az kültürlü vatan­ daşları -bir kısmı Alman asıllı ol­ duğu halde- senelerden b e r i tam bir Demokrasi rejimi içinde yasa­ maktadırlar. Ya, o hassas ve sa­ natkâr İtalyanlar? Tarihin en muhteşem medeniyetlerinden birini yaratan bu milletin çocukları yirmi yd Mussoliniyi başlarında bırakma­ mışlar mıdır-? Fakat başka bir kı­ tanın başka bir köşesinde, Cenubi Amerikadaki Uruguayda dünyanın en güzel Demokrasilerinden biri yerleşmiş bulunmaktadır. Şim­ diye kadar hiç kimse Uruguaylı­ ların meselâ Arjantinlilerden daha fazla nisbette okuyun yazma bilen vatandaşa malik olduğunu iddia etmemiştir. Hakikaten de ma­ lik değildir. O halde, kültürün Demokratik rejim için bir lazımı gayrı müfarık olduğuna nereden çıkarırlar? A m a rejimin bir lâzımı gayrı müfarıkı vardır. Bu, kütlenin şu­ urudur.

a

M. Nevzat ÜNLÜ

Z

aman zaman, hem de kendilerin­ den en az beklenen muhitlerde, bazı cevherlerin yumurtlandığına şahid olmayanlarımız yoktur. Lâf arasında bir zibidi çıkar, bizim için en iyi rejimin diktatörlük ol­ duğunu söyler. Onun kanaatince, nüfusunun yüzde sekseni okuyup yazma bilmeyen bir memlekette Demokrasiye gidildi mi, işte böyle olur. Bir Hitler, bir Mussolini! Bi­ ze yakışan liderler bunlardır. Öte­ den başkası atılır: Münevver mut­ lakiyetin üzerine idare yoktur. Bü­ tün ileri milletler altın devirlerini o idareler altında yaşamışlardır.

Abone Şartları : (12 nüsha) : 6 lira (25 nüsha) : 12 Ura (52 nüsha) : 24 Ura

*

İlân Şartları 4 renkli arka kapak ( T a m S a y f a ) : 350 lira Kapak içi 300 lira, metin sayfaları Santimi 4 lira.

*

Dizildiği ve Basıldığı Yer : Rüzgârlı Matbaa — ANKARA Tel: 15221 Basıldığı tarih: 20.9.1956

Kapak resmimiz :

Ethem Menderes Başbakanlık stajında

A

mışlardır. Buna mukabil, komşu ları küçük isviç-

sum bulunan yazılarından iki makaleyi tekrar neşrediyoruz.

Saygılarımızla AKİS

3

YURTTA Muhalefet

Perdenin önünde

G

BİTENLER

mıyla umumî efkarın alâkası o nok­ taya çevrilmişti. Zaten basın, bu par­ tiye karşı olan sempatisinden bir şey kaybetmemişti ve bunu her fırsatta izhara hazırdı. Yeter ki fırsatları Hürriyetçiler yaratabilsinlerdi. Ha­ kikaten parti ileri gelenleri gazete­ lerden çok kolaylık görüyorlardı ve bu hal bilhassa C.M.P.'yi kıskandı­ rıyordu. Recep Pekerin evindeki toplantı Parti Genel İdare Kurulunun top­ lantısıydı. Buna zaman zaman Mec­ lis gurubu azaları ile İstanbul teş­ kilâtının başındakiler de katılmışlar­ dı. Fethi Çelikbaş, mutad coşkunlu­ ğu ile, gazetecilere toplantı sonunda "fevkalâde mühim" haberlere intizar etmelerini söylemişti. İşte o "fevka­ lâde mühim" haber, Heybeliadaya

pe cy

a

eçen haftanın ortasında bir gün, İstanbulda Köprüden Heybeliadaya kalkan vapurlardan birinde mu­ tad olmayan bir yolcu vardı. Yolcu­ nun denize girmek için Heybeliadaya gitmediği belliydi. Zaten hava da de­ nize girmeye müsait olmaktan hay­ li uzaktı. Fakat bahis mevzuu kim­ senin cebinde öyle bir kâğıt vardı ki bu haftanın sonunda bile bütün Tür­ kiye ondan bahsediyordu. Yolcunun adı İbrahim Öktem idi ve C.H.P. Genel Başkanı İsmet İnönüyü yarı resmî şekilde ziyarete gidiyordu. Ziyaret tam manasile yarı resmiy­ di. Zira Hür. P. Genel Sekreteri İs­ met İnönüyle partisi adına konuşa

OLUP

İnönü — Gülek — Karaosmanoğlu Üç ahbap çavuşlar

caktı, ancak mülakata hususi bir ha­ va hakim olacaktı. Arkadaşları buna karar yermişlerdi. O görüşmeden bir kaç gün sonra da mesele aleniyete intikal ettirilecekti. Hakikaten de öyle oldu. İbrahim Öktem Heybeliadaya doğ­ ru giderken Hür. P. nin, rahmetli Re­ cep Pekerin evindeki toplantıları so­ na ermişti. Parti, bir muhtıra ile öte­ ki muhalefet partilerine müracaat edecekti. Maksad, çocuğun artık is­ mini koymaktı. Hür. P.'ne göre işbir­ liğinin muğlak halden kurtarılması lâzımdı. Muhtırada bunun esasları or­ taya konuluyordu. Muhalif partiler bunun üzerinde görüşmeliydiler. Recep Pekerin evindeki toplantılar etrafında -bu ev, Hür. P.'nin İstan­ bul il merkeziydi- güzel bir hava ya­ ratılabilmiş ve gazetelerin de yardı-

4

giden İbrahim Öktemin cebindeki kâ­ ğıtta yazılıydı. Hür. P. kendisine mahsus akade­ mik hava içinde, Muhalefet Partileri arasındaki işbirliğinin teorisini ha­ zırlamıştı. İşbirliği ne için yapılacak­ tı? İşbirliği nasıl yapılacaktı? Muh­ tırada Hür. P.'nin bu mevzudaki fikirleri vardı. Recep Pekerin evinde beliren kanaate göre memleketin en mühim meselesi rejim meselesiydi. Vatandaşa anlatılmalıydı ki demok­ ratik mücadele demek, bugünkü mü­ cadele demek değildir ve durum tamamile anormal bir durumdur. Mev­ cut şartlar kalkmadan Demokrasi­ den bahsetmenin imkânı yoktur. Mu­ halefet partileri her şeyden evvel seçmeni tenvir vazifelerini, hiç ol­ mazsa iktidar partisinin kendisine lâyık gördüğü imkânlardan istifa-

deyle yapmalıydılar. Bu, demokrasi­ nin alfabesiydi. Muhalefet partileri, taraftarlarını ve kütleleri serbest şekilde tenvir edemediklerine göre rejim hastaydı. Tedavisi lâzımdı. Mu­ halefet liderleri koalisyona çağırılıyorlardı. Hür. P.'ne göre Muhalefetin temel meseleleri şimdiden ele alınmalı ve halkın karşısına sağlam, yerleşmiş niyetlerle çıkılmalıydı. 1958 seçimle­ rinde kurulacak olan Meclis bir nevi Kurucu Meclis olmalıydı ve Muhale­ fet seçimlere girerken bu Meclisi, işi­ ni bitirir bitirmez dağıtacağı, yeni şartlar altında tam demokratik ve klâsik seçimlere gideceği taahhüdü­ nü millete vermeliydi. Çalışma süresi bir buçuk yıl olarak tesbit edilmeliy­ di. Bu müddet içinde Anayasa ele alınmalıydı. Demokrasinin temel mü­ esseseleri kurulmalıydı, rejim ala­ turkalıktan kurtulmalıydı. Hür. P. Cumhurbaşkanlığı müessesesi üzerin­ de de ehemmiyetle duruyordu. Bu makama partilerin üstünde, müsta­ kil hüviyetli, muhterem bir şahıs ge­ tirilmeliydi. Ta ki partiler arasında­ ki ihtilâflar- bir gün onun, emniyet telkin eden ellerine tevdi edilebilsin. Cumhurbaşkanı, vazifeleri meyanında bulunan hakemlik işini rahatça yapabilsin. Hur. P. rejimi emniyet altına alacak bazı müddetleri de, ba­ zı tahditleri de muhtırasına almıştı. Bir defa şartlar normal demokratik mücadeleye müsait hale getirilince her parti tek başına iktidara gelmek için ortaya atılırdı. Fakat o şartları şimdi elbirliği ile gerçekleştirmek lâzımdı. Bu maksadla da oturulup konuşulmalıydı. Hür. P. kendi fikir­ lerinin kabulünü değil, onlar üzerin­ de müzakere anılmasını talep edi­ yordu. Muhtıra,fikirlerin toplu halde ifadesinden ibaretti ve bir "müzake­ reye davet" hüviyetinden başka hü­ viyet taşımıyordu. Elbette ki öteki partilerin de görüşleri vardı. Bun­ ların ifade ve müzakeresinden işbir­ liğinin prensipleri çıkarılacaktı. İbrahim Öktem o akşam Recep Pe­ kerin evine döndüğünde, kendisini heyecanla bekleyen arkadaşlarına İsmet İnönünün muhtırayı çok mü­ sait karşıladığını ve teşebbüsü des­ tekleyeceğini bildirdi. Zaten C.H.P. Genel Başkanı Muhalefet partileri arasında bir anlaşmanın daima şampi­ yonu olmamış mıydı ve partisini o yola sürüklememiş miydi ? İbrahim Öktemin arkadaşlarına anlattığına göre İsmet İnönü hare­ keti "müsbet bir hareket" telâkki etmişti. Bir çok hususta muhtıradaki fikirlere şahsen iştirak ediyordu. Partisinin yetkili organları bunları tetkik edeceklerdi. Yetkili organların başında Parti Meclisi geliyordu. İbrahim Ökteme göre C.H.P. Genel Başkanı arkadaşlarından müzakere açılması için mutabakat talebinde bulunacaktı ve girişilecek müzakerelerde muhtıradaki niyetlerin esas olmasını isteyecekti. C.H.P. de her

AKİS,

22

EYLÜL 1956

YURTTA şeyden evvel rejim meselelerinin hal­ li gerektiği kanaatindeydi. Bunun en güzel yolu ise Muhalefet partilerinin müşterek bir cephe halinde dâvayı vatandaşa intikal ettirmeleriydi. O gün Hürriyetçiler, Recep Pekerin evinden memnun ayrıldılar. Mem­ nun ve ümidliydiler. Resmi temaslar görüşmesinden iki gün H eybeliada sonra, Parti Genel Başkanı Fevzi

bdurrahman Boyacigiller rakkam merak­ lısıdır. Abdurrah­ man Boyacigiller aynı zamanda Mecliste temsil cisi bulunan dürt büyük partiden birinin Genel Sek reteridir. Bu ba­ kımdan Abdur­ rahman Boyacıgillerin rakkam söylerken çok dikkatli davran­ ması ve mantıka aykırı lâflar et­ memesi lazımdır. Zira Abdurrah­ man Boyacigil­ ler ne kadar şah­ sı adına konuşsa, aynı zamanda partisini ilzam et mekten kendisini kurtaramaz. Bu zata göre C.M.P. ilk seçim­ lerde iktidarı alacaktır. Allah mübarek etsin! Mesele orada de­ ğildir. Genel Sekretere göre bu­ nun riyazi delilleri de mevcuttur. Türkiyenin hemen her tarafında halk, kütle halinde C.M.P. ye ilti­ hak etmektedir. Rakkam meraklı sı Abdurrahman Boyacigiller bu­ nun nisbetini de çıkarmıştır. Par­ ti değiştirenlerin yüzde 60'ı D.P.'den, yüzde 20'si C.H.P.'den, öteki yüzde 20'si de Hür. P.'den gel­ mektedir. Hım!. İş buraya varınca D.P.'nin, C.H.P.'nin ve Hür. P.'nin de elbette söylenecek bir kü­ çük sözü olmak gerekir.

A

pe

cy a

Lütfi Karaosmanoğlu Egeye hareket ederken ikinci başkan Enver Güreli Ankaraya geliyordu. Hür. P. öteki Muhalefet partileri nezdinde henüz resmî bir teşebbüse geçmemişti. Enver Güreli Başkentte bunu yapacak­ tı. Hakikaten İkinci Başkan hazırlan­ mış olan muhtırayı C.H.P. ve C.M.P. Genel Başkanlıklarına tevdi etti. Bun­ lardan C.H.P. ciddi bir teşekkül oldu­ ğundan, görüşü tek bir ağızdan, Genel Sekreter Kasım Güleğin ağzından açıklandı. Parti, teşebbüsü iyi karşıla­ mıştı. Müzakereler için kapı açıktı. C.M.P.'ye gelince, mutad veçhile muhtelif fikirler gazetelere el altın­ dan ayrı ayrı uçuruldu. Doğrusu is­ tenilirse C.M.P. bir defa fena not alıyordu. Bir parti şu veya bu kanaat­ te olabilirdi; ama hangi kanatte olunduğunun hiç olmazsa liderlik mevkiine geçmiş şahıslar tarafından bilinmesi lâzımdı. "Büyük Kongreyi beklemek" teranesinin mânası ola­ mazdı. Liderler, fikirlerini Büyük Kongrede teşekkül ettiren kimseler miydi ki? Bilâkis, hakikî lider oydu ki kendi kanaatini partisinin ekseri­ yetine, telkin suretile kabul ettirsin. Görülüyordu ki, tek başına iktidara gelmek, hülyası içinde mest vaziyet­ te olduğu hissedilen C.M.P. seçmene bu en basit emniyeti vermekten bile acizdi. C.M.P. liderleri tıpkı 1950'den evvelki D.P. liderlerinin yolunda ol­ mak istiyorlardı. İktidar! İstedikle­ rinin sadece bu olduğu seziliyordu. Yani D.P.'liler gidecekler, C.M.P.'liler geleceklerdi. Ama unutulan iki husus vardı: Evvelâ, bir Muhalefet partisi olarak C.M.P. 1950'den evvel­ ki D.P.'nin kuvvetinin yirmide biri­ ne dahi sahip değildi; daha mühimi, Türk milletinin ikinci bir 1950'ye mü­ saade edeceğini sanmak safdillikle­ rin en büyüğü idi.

MES'ÛLİYETSİZ

C.M.P.'den akisler M.P. ileri gelenlerinden bazıları, Hür. P. muhtırasının alınması üzerine "C.M.P.'nin görüşü" diye ba­ ­ı gazetecilerin kulağına havadis fı­ sıldadılar. Bu fısıltılara göre C.M.P. ancak C.H.P. ile, o da tamamile eşit şartlar altında, işbirliği yapabilirdi. Hür. P.'ni tanımıyordu. Bu parti da­ ha bin köyde bile teşkilâtını kurma­ mıştı. Müstakbel seçimlerde hangi hakla aslan payı isteyebilirdi? Belki C.M.P. ona yüzde on bir kontenjan lütfetmeye razı olurdu. Fakat o ka­ dar. Aslan payı C.M.P. ve C.H.P.'ye aitti. Hatta C.H.P. ile işbirliği dahi bir lütuftu ya.. Öyle ya, eski parti,

C

AKİS, 22 EYLÜL 1956

D.P.'den bir ses çıkması bahis mevzuu olamaz. Kendisi için bu kadar faydalı olan bir Muhalefet Genel Sekreterini yalanlamak, D.P.'ye mi kalacaktır? Hakikaten Abdurrahman Boyacıgiller, üç mu­ halif parti arasına soğukluk ek­ mek suretile sanki D.P.'nin Muha­ lefet dâvasına bugün yapmakta ol­ duğu eşsiz yardımlara bir naçiz

geniş bir teşkilâta sahip olmakla be­ raber millet tarafından tutulmuyor­ du. Ona C.M.P. ile işbirliği kuvvet verecekti! Bu saçma laflar, ciddi ga­ zetelere aksetti. C.M.P.'nin "teşkilât"tan bahsetme­ si pek garip kaçıyordu. Türkiyenin hemen her tarafında C.M.P. "Haya­ let parti" olmak bakımından Hür. P.'den pek az farklıydı. Bir çok yer­ de C.M.P.'nin sadece levhası vardı. Başka yerlerde ise ancak bir idare heyeti kurulabilmişti. Bunun "teşki­ lât" olup olmadığı tetkike muhtaçtı. Halbuki Hür. P.'nin bu handikapı ya­ nında bir büyük avantajı vardı: Par-

OLUP BİTENLER

ADAM mukabelede bu­ lunmak istemek­ tedir. Ama C.H. P. ve Hür. P. Ge­ nel Merkezleri fi­ kirlerini bize açıklamışlardır. On ların bildirdikle rine göre kendi saflarından C.M. P. ye ne kütle ha­ linde, hatta ne de ufak gruplar şek linde bir geçiş yoktur. Belki bü­ tün Türkiyede bir kaç fert C.H.P.'­ den veya Hür. P. den istifa edip C. M.P.'ye kaydolun muşlardır. Ama bunların da adedi her halde iki yüzü bulmaz.

Haydi diyelim ki ikiyüzdür. İkiyüz, yüzde yirmi olursa yüzdeyüz elbette ki bindir. Demek ki C.M.P. Genel Sekreterinin ifadesine na­ zaran C.M.P. nin o şaşaalı kalkın­ ması ve iktidara en yakın parti haline gelmesi bin vatandaşın o saflara geçişi ile gerçekleşmiştir. Bin vatandaş geliyor ve bir parti iktidarı alıveriyor! Evet, Allah hakikaten mübarek etsin.. Ne var ki Abdurrahman Boya­ cigiller şöyle diyebilir: Muhalif partilerden gelenlerin adedi iki yüz değildir. İki bindir, iki yüz bin dir, iki milyondur. Ama Halep oradaysa, arşın da buradadır. Şimdi sayın politikacıyı davet ediyoruz: Meselâ Hür. P.'den istifa edip C. M.P.'ye kaydolunan 201 adet va­ tandaşın adını versin. Bütün Tür­ kiyede, Hür. P.'nin kurulmasın­ dan kendisinin bahis mevzuu be­ yanatı yaptığı tarihe kadar bu partiden ayrılıp C.M.P.'ye geçen sadece 201 adet vatandaş.. Biz de o zaman şapkamızı çıkarıp, üstadı selâmlıyalım! ti olarak, fikir olarak umumî efkâr­ da tutuluyordu. Bir mânası ve bir kıymeti vardı. Üstelik müşterileri D.P.'de hazır bekliyordu. Basına ge­ lince, en büyük sempatiyi Hür. P.'ne gösterdiğini herkes biliyordu. Bunun sebebi ise son derece basitti:Artık öğrenilmişti ki devleti devlet adam­ ları idare eder. Partiler içinde en ka­ liteli politikacıların ise Hür. P.'nde bulunduğu ortadaydı. Eğer bu parti, kurulusunu müteakip, bütün kuvvet­ lerini iyi kullanamamışsa, gelişmesi­ nin temposunu muhafaza edememişse kabahat devlet adamı vasfı taşı­ yan o insanların "beşerin zaafları"na

5

YURTTA OLUP BİTENLER Kapaktaki Bakan

MENDERES

senelerce evvel Aydın­ B undan da genç bir C.H.P. başkanı

vardı. Adı Ethem Menderes idi. 1899 yılında İzmirde doğmuş, Ay­ dının Çakırbeyli çiftliğinde kendi yaşında bir çocukla beraber büyümüştü. O çocuğun adı da Ad­ nan Menderesti. Sonra ikisi birlik­ te C.H.P.'ye intisap etmişler, ora­ da yükselmek istemişlerdi. Adnan Menderes Milletvekilliğine, Ethem Menderes ise il başkanlığına ka­ dar da yükselmişlerdi. Fakat da­ ha yükselmek istediklerinde şüphe yoktu. İkisi de hukuk tahsil et­ mişlerdi. O kadar dosttular ki soy adı kanunu çıktığında aynı soy adını aldılar.

pe cy

Ethem Menderesin içinde, iyi manasıyla bir ihtirasın şiddetli ol­ duğunu yakınlarından bilmeyen kimse yoktu. Genç avukat -Aydın­ da Avukatlık yapıyordu- taşra­ dan çıkıp başkente gelmek, orada muvaffak olmak, büyük mevkile­ re geçmek hırsıyla yanıyordu. Bunun yolu milletvekilliğinden ge­ çiyordu. İşte, Adnan Menderes C.H.P. saflarında milletvekiliydi. Fakat Ethem Menderes bütün ar­ zusuna ve türlü gayretlerine rağ­ men ne Atatürk, ne de İnönü ta­ rafından aday gösterilmedi. Me­ ğer onu daha parlak bir istikbal bekliyormuş.

Adnan Menderes, onu hükümetine İç İşleri Bakanı olarak almıştır. Sonra eski Aydın İl Başkanını çe­ şitli bakanlıklarda görüyoruz. Ay­ nı zamanda bir çok hakanlık ve­ killiği de onun için stajların en iyisi yerine geçmiştir. Buna Baş­ bakanlık vekilliğinin de dahil ol­ ması alâka uyandırıcıdır. Zira bu kadar bakanlık ve bakan vekilli­ ğinde bulunulmak suretile yapılan staj elbette ki Başbakanlık sta­ jından başka bir şey değildir. İç İşleri Bakanlığı, Millî Savunma Bakanlığı. Devlet Bakanlığı, Baş­ bakan Vekilliği, Dış İşleri Bakan Vekilliği -ki Ethem Menderesin bir eksiği yabancı lisan bilmemesidir- bu 57 yaşındaki adamın si­ yasi kariyerinin merhaleleridir. Demokrat Parti içinde bazı şart­ ların tahakkuku' halinde hükümet başkam olarak Ethem Menderesi düşünmek hiç de acaip kaçmaya­ caktır. Eski il başkanının bunu hararetle arzulamasından daha tabii ne olabilir? Kaldı ki şahsı üzerinde en küçük bir şey söylen­ memesi için gösterdiği dikkat, ağır başlılığı ve nezaketi bu arzu­ sunun en güzel delilleridir. Siyasî hayatında Ethem Menderesin ağ­ zından siyasi nezakete aykırı bir tek lâfın çıktığını duyan olmamış­ tır. Bugünkü Dış İşleri Bakan Ve­ kili muhaliflerine dahi hürmet tel­ kin etmeye muvaffak olmuş en­ der politikacılardan biridir. Mec­ lis kürsüsünde Bakanlığıyla alâ­ kalı olarak yapılan ikazları her zaman iyi niyetle karşılar hal takınmış, hiç bir zaman küçük po­ lemiğe girişmemiş, bir yolun bo­ zuk olduğunu hatırlatanlara "ama sizin devri saltanatınızda, mil­ letin başında tam 27 sene boza pi­ şirirken.." diye başlayan muka­ belelerde bulunmamıştır. İhtimal ki sevilmesinin sırrı da buradadır ve kendisine bir huzursuzluk dev­ resi sonu başbakanı olarak bakıl­ masının sebebi budur.

a

ETHEM

D.P. kurulduğunda, Ethem Men­ deresin yeri oradan başka bir yer olamazdı. Adnan Menderes kuru­ culardan değil miydi? Genç C.H. P. başkanı D.P. başkanı mevkiini aldı. 1950'de uzun senelerden be­ rt kurduğu rüya tahakkuk ediyor ve Aydın milletvekili olarak Ankaraya geliyordu. Ethem Menderesin milletvekil­ liği hizmeti, son derece temizdir. İsmi, şu altı sene içinde, bırakınız kirliyi, şüpheli bir tek işe uzak­ tan yakından karışmamıştır. Pek çok kimse hakkında pek çok şeyin söylendiği, dillerin ağıza yapışık olmadığı böyle bir devirde dahi iftiracıların en cüretkarı onun hakkında en ufak imada bulun­ mamıştır. Bunun sebebi Ethem Menderesin, gene iyi manasıyla büyük bir ihtirasın sahibi olması­ dır. Politikada ihtirassız muvaf­ fak olunabilir mi? Ama bu ihti­ ras küçük hesaplar, servet avcılı­ ğı, nüfuz ticaretiyle milyoner ol­ ma değildir. Bu, iyi bir şöhret ya­ parak daha yüksek mevkilere li­ yakat ispatı ihtirasıdır ki makbul olduğunda zerrece şüphe yoktur. Ethem Menderesi Ankaraya ge­ lişinden kısa bir zaman sonra Ka­ binede buluyoruz. Eski arkadaşı

6

kapılmış olmalarındaydı. Ama bir Mu halefet Koalisyonunun gerçekleşme­ si halinde, Hür. P.'nin eşit haklarla temsili milletin o koalisyona emni­ yetini arttırabilirdi. Nitekim bu haftanın başında C.H. P.'den o akisler yükseltildiği zaman bir çok C.H.P.'li -hem de sözü geçen­ lerinden- işbirliğinin sadece Hür. P. ile yapılmasının maksadı temin ede­ ceğini belirtiyorlardı. Hakikaten C. H.P. - Hür. P. ekibi Muhalefeti selahiyetle temsil edebilecek kuvvet­ teydi ve her iki partinin başında me­ suliyetlerini müdrik, devlet mefhu­ muna kıymet veren şahsiyetlerin yer alması oturup konuşma imkânım ko­ laylaştırıyordu. Zaten doğrusu iste­ nilirse önümüzdeki Büyük Kongre­ sinde C.M.P.nin iş başına böyle va­ sıfları haiz şahsiyetleri getirmesi ve kendisine ciddi şekilde çeki düzen

Başbakanlık stajyeri şu anda Almanyada memleketimiz için mühim bir sipariş almak üzere çalışmaktadır. Bu, kurulmakta olan Alman Ordusunun bir kısım mühimmatı siparişidir ve tahmi­ nen 700 milyon mark tutacaktır. Dış İşleri Bakan Vekili bunu sağ­ layarak dönerse siyasî bayatının bir merhalesini daha katedmiş olacaktır, zira bu onun bir şahsî başarısı olacaktır. Ethem Menderes bir Adnan Menderesin arkadaşıysa, bir baş­ ka ve sevimli Adnan Menderesin de babasıdır. Zira tek oğlunun adı Adnandır.

İbrahim Öktem Adalar

sahilinde...

vermesi lâzımdı. Bir siyasî parti, ne kadar kuvvetli olurlarsa olsunlar halk hatiplerine istinad etmekle ye tinemezdi. Seçmen gelip o hatipleri dinlerdi; eğlenirdi de.. Ama reyini vermek için daha başka şeyler iste­ yeceği şüphesizdi. İktidardan İlhamlar hareketinin kızışması, ik­ İşbirliği tidarı da elbette yakından alaka­

dar ediyordu. Nitekim bu haftanın başında cereyan eden bir takım ha­ diseler D.P. liderlerinin durumlarını belli etti. Ciddi bir Muhalefet Cephe­ si demokratların kâbusuydu. Bunun gerçekleşmemesi için ne yapılmak mümkünse yapılmalıydı. Nitekim, hiç bir şey esirgenmiyordu ve talih­ sin C.M.P. istemeyerek D.P.'nin baş­ lıca kozu halinde kullanılıyordu. Zafer'in neşriyatı mühim değildi. AKİS, 22 EYLÜL 1956

İKTİDARLAR

VE

MEŞRUİYETLERİ Yusuf

pe cy

ne kadar kalacaklarını Anayasa tayin eder. Bu müddetin sonunda yeniden seçime gidilir. İki seçim arasındaki müddet, bir iktidar tara­ fından gelişi güzel uzatılamaz. Müddet değiştirilirse derhal yeni seçimlere gitmek gerekir. Seçim tarihi keyfe göre ileriye alınamaz. Milletvekilleri kaç sene için seçilmişlerse azami o kadar zaman mil­ letin iradesini temsil ederler: Bahis mevzuu zaman geçti mi, seçim de yapılmadı mı artık iktidar meşru olmaktan çıkmıştır. Bunlar ilk bakışta, aşikâr haki­ katlerden sayılmaları yüzünden münakaşası dahi caiz görülmeye­ cek prensipler gibi gelir. Hakikaten de öyledir. Ama insan, bazı muha­ lif politikacıların, hem de en aklı başındalarının, ciddi ciddi D.P. ikti­ darı tarafından 1958 seçimlerinin geri bırakılacağı, hiç yapılmayaca­ ğı veya hileli yapılacağı yolunda bizzat uydurdukları rivayetleri mü­ nakaşa ettiklerini görünce düşünü­ yor: Acaba. Demokrasinin prensip­ leri de mi değişti diye.. Zira D.P. iktidarının hiç mi aklı yoktur ki bahis mevzuu seçimleri savsaklasın, yahut hiç seçim yapmasın veya hi­ le katıştırsın ? Bunun, bir iktidar için intihardan farkı var midir ? Kaldı ki böyle şayialar 1954 seçim­ lerinin arefesinde de çıkmıştı ve o zaman bunlara en güzel yalanlama­ yı gene bizzat iktidar vermişti. Seçim sandıklarının, hileye teşeb­ büs edenlerin başında paralana­ cağını 1950'ye tekaddüm eden gün­ lerde bağıran D.P., akibetini bildiği böyle tehlikeli bir maceraya girişir m i ? O.D.P. ki Demokrasiyi -maale­ sef hatalı bir şekilde- dört seneden dört seneye yapılan serbest seçim­ ler olarak anlamakta, ona göre davranmaktadır... Bu kozunu da fi­ linden kaçırırsa, söyler misiniz D.P. 1958'den sonraki en masum icraatı­ nı nasıl izah edebilir? Hem, bir ha­ kikati ifade etmek herkesin vazife­ sidir. Sandık bahsinde D.P. şimdiye kadar meşruiyete ciddi şekilde ha­ lel getirecek hareketlerden kaçın­ mıştır. Bundan sonra başka yol tu­ tacağını, muhalif politikacılarımız nereden çıkıyorlar? 1958 seçimleri­ nin zamanında ve dürüst bir şekilde yapılmaması, bir ihtimal olarak da­ hi hatırdan geçirilemez. Gayri meş­ ru bir iktidarı bu milletin başında tutmayacağını ve ondan her çareye, ama her çareye başvurarak kurtu­ lacağını çocuklar bile kolaylıkla görüp anlayabilirler.

vermiştir. 1958'in son saati çaldı ve selahiyet yenilenmedi mi millet hakkını bizzat aramak durumuna girer. Gerçi Anayasa, seçim imkân­ sızlığı halinde. Büyük Millet Mec­ lisine seçimlere gitmek için "bir yıl mühlet tanımaktadır. Ama bu de­ mek değildir ki bahis mevzuu bir yıl, mutlaka geçiştirilir. Bilâkis. Secim imkânsızlığının mantıkî ve bedihi olması şarttır. Aksi halde her iktidar, şartları kendisi için müsait görmezse "seçim imkânsız­ lığı var" der ve mensuplarına bir yıl daha menfaat sağlar. Hattâ Anayasanın hukuk dışı bir tefsiri ya­ pılarak "seçim imkânsızlığı devam ediyor" diye her yıl, seçimleri bir yıl öteye bırakmak yoluna sapacak iktidarlar bir gün bu memlekette çıkabilir. Böyle hareketlere Türk Milletinin müsaade edeceğini sana­ bilmek için deli olmak dahi kâfi de­ ğildir. Gayri meşru hale düşecek bir iktidar, göz korkutarak bile pek az kimseye sözünü geçirebilir. Dört sene için alınan selâhiyetin bu müddetin sonunda sahibine iade edilmesinden daha tabii bir şey ola­ maz. İktidarlar geldikleri gibi gider­ ler. Seçimle gelenlerin zorbalıkla veya muhaliflerinin seçimlere ka­ tılmalarını, maddeten imkânsız kılarak kalmaya teşebbüs etmeleri devri dünyanın her tarafında yok olmamışsa da, bunun Türkiyede sökmeyeceğini, bizlere, bizzat D.P. liderleri muhalefet yıllarında öğret­ mişlerdi. C.H.P. 1950'de seçim -Hem de dürüst seçim- yapmamazlık ede­ mezdi. D.P. 1954'de seçim -hem de dürüst seçim- yapmamazlık ede­ mezdi. Nitekim 1958'de de, 1954'de davrandığından başka türlü davranmayacaktır. Zira davranılamaz. İnşallah memleketimiz bir harp badiresinden uzak kalır ve seçim imkânsızlığı bahis mevzuu olmak­ sızın hepimiz sandıkların başına gider. 1958'den 1962'ye kadar bizi temsil selâhiyetini kime verece­ ğimizi güzel güzel, tatlı tatlı, kar­ deş kardeş kararlaştırırız. Tıpkı 1950'de yaptığımız gibi.. Doğrusu istenilirse D.P. den de, değişik arzu izhar olunduğunu mu­ haliflerden başka iddia eden yok­ tur.

a

iktidarlar seçim­ D emokrasilerde le iş başına gelirler. İktidarda

*

seçmen, D.P. milletvekilleri­ Z ira ne ve ötekilere kendisini temsil

selâhiyetini 1958 AKİS, 22

EYLÜL

senesine kadar

1956

H

*

al böyle iken vazife gezisine çıkmış bazı muhalif politikacı­ lar, niçin orada burada D.P. nin 1 9 8 seçimlerini geri bırakabilece­ ğini söylerler, o zaman nasıl kah­ ramanca davranacaklarını anlatır­ lar, kendi kendilerine şatolar ku­ rarlar? Bu adamların maksadlârı nedir? Gönül çok isterdi ki Zafer. İşte asıl bunlara cevap versin ve

Ziya ADEMHAN

desin ki: "Beyler, D.P. meşru yoldan iktidara gelmiştir; iktidarı meşru yoldan muhafaza edecektir. gayri meşruluğa düşmeyecektir. Seçimler 1958 yılında yapılacaktır? Hem de, şiarımıza uygun olarak, tamamile dürüst şekilde". Zira cerre çıkmış bulunan muhalifler bu mukabeleyi hak etmişlerdir. Seçim­ leri y a p a m a k veya geri bırakmak ne demektir? Üstadları yalnız iktidar sözcüsü değil, kendi partileri de hizaya çağırmalıdır. Diyelim ki bu zevat, D. P. içinde seçimleri yapmamak, ya­ hut geri bırakmak veya muhalif­ lerin katılmasını maddeten imkân­ sız kılmak yolunda bir temayülün mevcudiyetinden endişe ediyor. Mil lete söylenecek olan, bu ihtimalin tahakkuku takdirinde kendilerinin nasıl davranacakları mıdır? Elbet­ te ki hayır. Şimdiden kütlenin r u ­ huna sindirilmelidir ki aldığı selâhiyeti samanında sahibne iade et­ meyen bir iktidar gayrı meşru olur. Gayri meşruluğa düşmeden se­ çimleri sebepsiz savsaklamanın im­ kân ve ihtimali yoktur. Bunu ne C. H.P. yapabilmiştir, ne D.P. yapa­ bilecektir, ne de onu takip edecek iktidarlar.. Yarın, Öbür gün bir hü­ kümetin şu Türkiyede iki jandarma neferiyle milli bir partiyi -meselâ D.P. yi- kapatabileceği veya Ana­ yasa emrettiği halde seçimleri se­ bepsiz geri bırakabileceği düşünü­ lebilir mi? Ama bakarsınız beş sene sonra, on sene sonra bir mecnun çıkar ve istediği her şeyi yapabileceği hül­ yası içinde buna da teşebbüs eder. Teşebbüsü muvaffak olmayacaktır, cüretini kendisi ve arkadaşları çok pahalıya ödeyeceklerdir. Bundan şüphe yok. Ancak, niçin tecrübeye müsaade etmeli ? Niçin kütlenin re­ aksiyonunun ne olacağını şimdiden belirtmemeli ve kütleyi o reaksiyo­ na hazırlamamalı, onu öyle terbiye etmemeli ? Partilerin bir vazifesi de vatandaşlara haklarını ve selâhiyetlerini vazifeleriyle birlikte öğretmek değil midir ? Hem; cerre çıkmış muhalif poli­ tikacılar iktidara böyle bir niyeti neye dayanarak atfediyorlar, lütfen söylerler mi ? Şimdilik görülen D. P. nin, ananesine riayet ederek 1958'de seçimlere yumuşak bir ha­ va içinde gideceğidir. Bu parti için de pek çok kimse aksi halde neler olabileceğini bilmektedir. Nasıl bilmezler ki halka böyle bir ihtimal karşısında ne şekilde davranacağı­ nı 1950'nin arefesinde bizzat kendi­ leri öğretmişlerdir. Dersin iyi öğ­ renildiğinden tamamile emin olabi­ lirler.

7

YURTTA OLUP BİTENLER di. Ancak onların açtıkları yolu ta­ kip eden pek çok insan çıkmamıştı. Anayasa tadilâtı için temas! Mu­ halefet buna hazırdı. Dış politika mevzularında temas! Buna da hazırdı. Kırşehirin tekrar vilâyet olması için temas! Tabii.. Seçim sistemi üze­ rinde temas! Elbette.. Ama "fikrimi söylememe müsaade et", "bana kıy­ ma!", "bırak yaşayabileyim" diye te­ mas?..İşte buna, bugün Muhalefetin başında bulunanlar arasında yanaşa­ cak kimse bulunamazdı.. C.M.P. üzerindeki oyunların da tesiri olamaz­ dı. Zira onun liderleri de, bütün far­ faralarına rağmen iyi niyetlerinden ve bilhassa medeni cesaretlerinden şüphe edilemeyecek, kimselerdi. De­ mokratik rejim içinde bunun misal­ lerini bir çok defalar vermişlerdi.

Bir şeyler yapmak imkânının ikti­ darın elinde bulunduğu, kimse tara­ fından inkâr edilmiyordu ki.. Muha­ lefete nazaran iktidar bu imkânı kul­ lanmadığı içindir ki rejim meselele­ rinde müşterek bir cephe kurulması­ na lüzum vardı. Temas, şimdiye ka­ dar bir çok defa yapılmıştı. Bakınız, Temyizin eski başkam Bedri Köker de temas yapmıştı.. Sonra ne olmuş­ tu? Büyük kütlelerin hürriyet, de­ mokrasi, rejim gibi meselelerle uğ­ raşmadıkları iddiası masa başı mü­ nevverlerinin, viski kadehli salon beylerinin iddiasıydı. Anadoluya çı­ kan herkes görüyordu ki, bu meseleler çoktan kütlelere intikal etmiştir ve kütleler çoktan D.P.'ye karşı 1950'deki vaziyetlerini terketmişlerdir. Rejim meselelerini halletmeme­ nin, hiç bir mazereti kalmamıştır. Hakikaten bu haftanın başlarında Demokrat milletvekilleriyle konuşan pek çok kimse onların da huzursuz­ luktan huzursuzluk duyduklarım an­ lıyordu. Bunlardan bir çoğu yapı­ lanları tasvip etmediklerini saklamı­ yorlardı; ağızlarındaki lâf şuydu: "—Ah, keşke bu tedbirleri almaya

8

Yeni temaslar arefesinde u satırlar yazıldığı sırada Ankarada Muhalefet saflarında faali­ yetin kızışması bekleniliyordu. Hür. P. ve C.H.P. vaziyetlerini esas itibarile bildirmişlerdi. İki partinin ileri gelenleri arasında hususi temaslar daima yapılıyordu. Şimdi bunların ehemmiyet kazanması bekleniliyor­ du. Hür. P.'nin muhtırası Parti Mec­ lisi tarafından incelenecekti. PartiMeclisinin toplantı tarihi, 25 ekim

B

Fuad Arna Sesiniz gelmiyor beyfendi!

a

mecbur kalmasaydık.. Ama mecbur ediyorsunuz birader, mecbur ediyor­ sunuz". Halbuki mecbur eden yoktu ve böyle mazeretlerin Floryadan esen rüzgârlara kulak açanlardan başka­ sı üzerinde tesir yapması artık im­ kânsızdı. Madem ki iktidarın elinde her imkânın bulunduğu sabitti, o halde bunların kullanılması için Mu­ halefet liderlerinin, iktidar liderinin -"millet lideri"- müsamahasına, lutfuna sığınmaları neden şarttı ? Rejim meseleleri, elinde imkân tutanlar ta­ rafından halledilirse liderler arasın­ daki temaslar kendiliğinden normalleşirdi. İkincisi birincinin tabii neticesiydi; ama onu sebep saymak an­ cak şarkta akla gelebilirdi. Ha, evet, böyle kalemler için mah­ kûm edilen gazeteciler de mahkûm edilmelerine yol açmak suretile reji­ mi dışarıya karşı kötü göstermek suçundan sanık değiller miydi? Mil­ let lideri ile temas teranesi, kutup­ ları birleştiriyordu. Ama Muhalefe­ tin talep ettiği asgari şartlar temin edilmediği müddetçe "rupture=kat'ı münasebet" devam edecekti.

pe cy

Muhalefet cephesinde işbirliği yapa­ cak vatandaşları Zafer'in veya radyonun neşriyatıyla fikirlerinden vazgeçirmek imkânsızdı. Bu bakımdan, işbirliğine ateş eden, D.P.'nin resmi sözcüsünden ibaret değildi.. İktidar, bilhassa bazı gazeteler, vasıtasıyla Muhalefetin parçalandığı, paralan­ dığı, ayrıldığı haberlerinin yayılma­ sından çok hoşlanıyordu. Abdurrah­ man Boyacıgiller gibi kimselerin yaptıkları beyanatlar gevrek kahka­ halara yol açıyordu. Hakikaten Mu­ halefetin başındakiler bir yandan D. P. ile uğraşırken, diğer taraftan da akortsuz seslerin kakafonisini bas­ tırmak zorunda kalıyorlardı. İşte bu sırada, haftanın başında, ilhamını Floryadan alan bir İstanbul gazetesinde D P . etiketini aşikâr şe­ kilde taşıyan bir telkin çıktı: Muha­ lefet partileri arasında işbirliğinin mânası olamazdı. İşbirliğine iktidar da dahil edilmeli idi. Muhalefet liliderleri D.P. Genel Başkanıyla te­ mas kurmalıydılar! Yazıda büyük kütlelerin hürriyet, demokrasi, rejim gibi meselelerle uğraşmayacağı, bu kütlelerin D.P. yi tuttukları, o ba­ kımdan Muhalefet için tek çarenin arzularını, İktidar liderlerine dostça kabul ettirmek olduğu ciddi ciddi be­ yan ediliyordu. Böyle bir iktidara karşı cephe kurmanın mânası yoktu. Hava zaten sertti. Muhalefet işbirliği yaparsa daha sertleşirdi. Temas! İk­ tidar lideriyle -"millet lideri"- temas! Rejim meselelerini millete değil, ik­ tidar liderine -"millet lideri"- anlat­ mak ve onu ikna etmek, rejimi öyle kurtarmak! İktidar liderinin -"millet lideri"- iyi niyetini gıcıklamak, onun müsamahasına sığınmak! Florya mahreçli telkinler, işte bunlardı. Ama bunların, bugünkü şartlar altın­ da "yutulabileceğini" sanmak, gafil­ likten ileri bir vasıf icap ettiriyordu.

Asgarî şartlar u haftanın başında bir muhalif politikacı şöyle diyordu: "— Taleplerimiz son derece mütevazidir. Muhalefet için emniyet, ada­ let karşısında müsavat istiyoruz. Bunlar bizzat Anayasanın bize sağ­ ladığı haklardır. İşte, hepsi o!." Hakikaten bunlar yerine getiril­ meden Muhalefetin iktidarla tema­ sı, ancak teslim olma, yelkenleri su­ ya indirme mânası taşıyabilirdi. Bu­ nun mütehassıslarının mevcudiyeti son iki yıl içinde görülmemiş değil­

B

"POMPEİ'NİN emleketimizde "efkârı umumi­ Mye" tâbiri Balkan Harbi ve onu

takibeden yıllarda işitilmeye baş­ landı. Batı anlamında bir umumi efkârın ilk teşekkül şartı olan top­ lumun gerekli şuur ve bilgiden hay­ li mahzun olmasına rağmen, bu "ef­ kârı umumiye" teranesinin o za­ manki salgınını izaha ihtiyaç var­ dır. O zamanlar basında, ordu ve üniversite çevrelerinde, büyük şe­ hirlerde aydınların meclislerinde ağızlarda -hatta çok defa gönüller­ de- olan "efkârı umumiye" endişe­ si, osunda oldukça maharetle mon­ te edilmiş bir politik silâhtı. Yük­ sek tahsil gençliğinin ve aydınların büyük bir kısmının memlekette ye­ niliklere ve değişimlere susamış ol­ duğuna bilen İttihadcılar bu tılsım­ dan istifadeyi düşündüler. Haki­ katte kendileri memleketin pek kü­ çük bir azınlığını teşkil etmektey­ diler. Fakat yapılması gerekli say­ dıkları şeyleri "umum"un arzusu şeklinde ele ve dosta göstermeyi düşünmek, bilgisiz ve tecrübesiz zamane liderlerinin ilk bakışta hak­ lı gibi görünen ancak hakikatte kısa görüşlü ve kısır politikaları olmuştu. Hep bu tılsımın gerisinde memleket savaşlara sürüklendi; maceralar peşindeki iç ve dış siya­ setin felâketli neticeleri vatanın üs­ tüne kâbus gibi çöktü. İşler deği-

AKİS,22

EYLÜL 1956

YURTTA OLUP BİTENLER vazgeçmeleri mutlaka lâzım gel­ mekteydi. Bu bakımdan parti içinde­ ki aklı selim sahibi liderlere mühim bir vazife düşüyordu: Fikirlerini mümkün olduğu kadar, çok mümkün olduğu kadar sık, mümkün olduğu kadar kuvvetle söylemek. Muhalefetin İşbirliğinin ikili mi. yoksa üçlü mü olacağı hususu şim­ dilik bu meselede kalan tek meçhul­ dur. Hür. P. muhtırası, Heybeliada mülakatı ve Kasım Güleğin demeci C.H.P. ile Hür. P.'nin işbirliği mev­ zuunda fikir birliğine vardıklarının delilidir. Bundan böyle ana mesele­ lerde illi partinin eş vaziyet alması hiç kimseyi şaşırtmamalıdır.

C.M.P.'yi dostça tenkid edenlerin illâ fena niyetlerine hükmetmek has­ talığına C.M.P. liderlerinin aleniyet­ te iltifat etmedikleri hakikatti. Fa­ kat içlerindeki ve hususi sohbetle­ rinde ifade ettikleri şüpheleri de ber­ taraf etmeleri, hele iktidarı tek başlarına alabilecekleri ümidinden

en çok resmî ilân alan ve az satan gazetelerinden biri- okuyucular bü­ yük başlıkla ilân edilen bir havadis gördüler. Başbakan Adnan Menderes İzmire geliyordu. Havadisi daha ev­ vel, Başbakanın muhitiyle teması olan Yeni Sabah da yazmıştı. Şimdi, bunun Yeni Asır gibi İzmir milletve-

GÜNLERİ"

cy

SON

daşlarının Büyük Kongrelerine bunu anlatmaları lazımdı. C.M.P. işbirli­ ğinin haricinde kalırsa, istese de istemese de D.P.'nin oyununu oynaya­ caktı. Bir yanda D.P., diğer tarafta C.H.P. - Hür P. koalisyonu varken C.M.P.'nin "üçüncü kuvvet" rolü oy­ naması imkânsızdı. Buna ne çapı, ne liderlerinin vasıf ve imkânları müsa­ itti.. C.H.P. ve Hür. P. aleyhinde gi­ rişecekleri, her kampanya itibarına halel getirecekti; zira bu memlekette ve bu şartlar altında Muhalefete hü­ cum etmenin hiç bir fayda sağlama­ dığına C.M.P. liderleri yakından şahid olmalıydılar. Nitekim C.M.P. de kendisine yöneltilen bütün hücumla­ ra rağmen zayıflamamış, kuvvetlen­ mişti. Hele bir muhalif partinin, nihayat kendi isteklerinin eşini isteyen, aynı prensipleri müdafaa eden teşek­ küllere karşı vaziyet almasındaki garabet ve tabii, hususi maksad kim­ senin gözünden kaçmayacaktı.

a

olarak tesbit edilmişti. Fakat ondan evvel C.M.P. Büyük, Kongresi vardı. C.M.P. içinde mesuliyet duygusu ileri, bir triyumvira vardı: Ahmet Tahtakılıç, Fuad Arna, Sadık Aldoğan. Bu üçgenin etrafında, başka si­ yasiler yer almışlardı. Bunlar hem rejimin, hem de C.M.P.'nin istikbalini bir Muhalefet Cephesine iştirakte gö­ rüyorlardı. Zira C.H.P., ve Hür. P. bir işbirliğine azimliydiler ve bu, C.M.P. ile veya C.M.P. olmaksızın yapıla­ caktı. Böyle bir cepheden partinin uzak kalması, öldürücü darbeydi. Hakikaten, Osman Bölükbaşının bü­ tün söz mahareti dahi C.M.P.'yi Mu­ halefetin temsilcisi yapamazdı. Türkiyede muhalefet olarak C.H.P. - Hür. P. ekibi bilinecekti. Kaldı ki Hür. P. gelişme temposunu hızlandırmıştı ve seçimlere kadar büyük bir kıymet olma istidadı gösteriyordu. Her hal­ de şu husus C.M.P. kongresi tarafın­ dan katiyetle bilinmeliydi: C.H.P. ve Hür.P. birbirlerile işbirliği yapacak­ lar, bu işbirliğini seçimlere kadar götüreceklerdi. Milletin buna ihtiyacı vardı ve seçmenin böyle bir koa­ lisyona iltifat edeceği açıktı. Şimdi, önünde kapı açıkken C.M.P. cepheye girecek miydi, girmeyecek miydi? Ahmet Tahtakılıç ve arka­

İzmir Bekleyiş! eçenlerde bir gün, İzmirde çıkan G Yeni Asır gazetesinde -İzmirin

"Tanrı, kahretmek istediklerinin evvelâ aklını başından alır..."

Aydemir BALKAN

İ

pe

ttihadçı liderler gittikçe battık­ mek güçtür. Serhatlerde felâketler şince İttihadçı önderler arkaların­ birbirini takib ederken Roma'da larını hissediyorlardı. İdeallerin­ daki aydınlar ve gençlik kütlesinin süratle kaybolduğunu görüyorlar, den ayrılmışlar, o ideallere bağla­ şenlikler ve eğlencelerle "efkârı unanları kaybetmişlerdi. Artık dur"efkârı umumiye"nin bu sihirli mumiye" zehirleniyordu. Ahalinin mak veya dönmek onlar için bahis zembereğinin cephe değiştirdiğini parolası "Ekmek ve Eğlence" ol­ mevzuu değildi. T a n r ı izanlarını hissediyorlardı. muştu. Hürriyetler teker teker böybaşlarından almıştı. Sonuna kadar Polis ve dikta rejimi bundan son­ le yok edildi. Cumhuriyetlerinin üra başladı. Muhaliflere, nereye gi­ oynamak ve hep beraberce batmak zerine titreyen Romalı aydınların onların tercih ettiği neticeydi. Bü­ sesi gladyatör eğlenceleri ve orjiledildiğini ve nereye varılacağını -neden sonra- düşünmeye başlıyan- tün yalanlara, bütün manevralara, rin çığlıkları arasında kayboldu. lara, her türlü muamele reva gö­ bütün mizansenlere rağmen tabiat Tiranizm bu havada yetişti, kuv­ rüldü. Dış başarısızlıklar -her za­ ve toplum kanunları bildiklerini ovetlendi. Zamanla paroladan "Ek­ man olduğu gibi- memlekete ta­ kudu. Liderler, düzmece "efkârı umek" te silinip gidince yalnız "Eğ­ mumiye"leri ve bütün hempaları, lence" yaraları sıvamaya yetmeme­ hammül edilmez bir terör havası getirdi; aydınların, ordunun, üni­ nefis mücadelesi haline getirdikle­ ğe başladı. Büyük şehirlerde zen­ versitenin, düşünen -sadece düşü­ ri memleket savaşında felâketlerine ginliğin ve sefahatin yanıbaşında nen- başları birer birer ezildi. Hep gömüldüler... maddi s e f a l e t t e yerleşti. Pompei aynı terane, "efkârı umumiye" te­ İyi niyetli görünerek, belki de harabelerini gezenler zenginlerin ranesi altında memleket karanlığa iyi niyetli olarak ellerine geçirdik­ ve sefillerin, hürlerin ve esirlerin sürüklendi. Artık "efkârı umumiye" leri koca İmparatorluk yedi yıl so­ yanyana yaşadıkları çökmeğe mah­ formülünün zahiri dayanağının da­ nunda dumanları tüten bir harabe kûm bir tonlumun garip düzenine hi kalmamış olmasına, işlerin tama­ haline gelmişti. Fakat... Fakat mem şahit olmuşlardır. Vezüv'ün lavla­ men ters sekil almasına rağmen leket batmadı. Uyuttuklarını, afrından çok daha evvel bu beldenin tttihadçı liderler, suçlu bir basının yonladıklarını zannettikleri gençlik, battığını iddia etmek yanlış değil­ ye hainlerin de yardımıyla baskıla­ aydınlar ve ordu Kurtarıcısının edir. Koca Romanın da boş bir alçı rını şiddetlendirdiler. Başarısızlık­ linde uçurumun başında silkindi. heykel gibi vakitsiz çökmesinde bu lar, hezimetler evvelâ gizlendi, son­ Memleket ve millet devam etti. An­ maddi sefaletin yanında izanları ra küçümsendi, sonra da muhalif­ cak.. Ancak ittihadçı liderlerin çoğu başlarından gitmiş liderlerin, terör lerin veya hayali düşmanların Üze­ ecelleriyle ölmediler. havasıyla ve uydurma bir umumi ef­ rine atıldı. Alâkayı dağıtacak, ha­ kâr efsanesiyle oyalanan politikala­ * taları unutturacak, felâketlere sün­ rının payı büyük olmuştur. Sefa­ akın tarihimizin son gelişme­ ger çekecek yeni konular bulundu, let, mahrumiyet ve baskı içinde leriyle Roma'nın gerileme ve çö­ hatta icad edildi. Bunun için senar­ ezilen esirlerin gazabı Vezüv'ünzülme yılları arasında bir benzerlik yo her zaman hazırdı. Diktatörler künden de zorlu esmiştir. kuranların yanıldıklarını iddia etdaima cevvaldirler..

Y

AKİS, 22 EYLÜL 1956

9

YURTTA OLUP BİTENLER kili Behzat Bilginin mensup olduğu bir gazetede teyidi Egelilere Başba­ kanı görmek imkânının sağlanacağı ümidini arttırmıştı. Aradan çok kısa bir zaman geçti; Yeni Asır bir kenar­ da başka havadis veriyordu. Başba­ kanın İzmir seyahati tehir olunmuş­ tu. Gazete Cumhurbaşkanının da Egeye geleceğinden bahsetmişti. O da geri bırakılmıştı. Adnan Menderesin 9 Eylülü takip eden günlerde mutlaka İzmire gel­ diğini bilenler hayret etmekten ken­ dilerim alamadılar. Başbakan bu se­ ne İzmirli vatandaşlarına görünmeyecek miydi? Bir âdet bozulacak miydi ? Gerçi Başbakanın şehre son gelişi kendi üzerinde müsbet intiba bırakmamıştı. Bütün hazırlıklara rağmen ve vapur tam tatil saatinde limana yanaştığı halde Atatürk hey­ kelinin bulunduğu meydan dolma­ mıştı. Adnan Menderes hazırlanan kürsüden sadece teşekkür edip in­ miş, fakat refakatindekilerin ısrarı karşısında tekrar söz alarak konuş­ masını yapmıştı. Ama, onun üzerin­ den aylar geçmişti. Yeni seyahat ri­ vayeti ve haberleri ise eylül içinde çıkmıştı. Seyahat niçin tehir olun­ muştu? Şimdi tamirde, herkesin merak ettiği buydu.

F

9 Eylül hatırası u seneki 9 eylülde ise, C.H.P.'yi çok tatlı bir sürpriz bekliyordu. Mevzuat değişmiş ve parti faaliyetleri kısılmış bulunduğu için bu seneki geçit resmine partilerin sadece idare heyetleriyle iştirakleri uygun görül­ müş ve bu yolda tebligat yapılmıştı. Önde D.P.'liler geçecekler, onları C. H.P. ve Hür. P. takip edecekti, İz­ mirde C.M.P.'nin de bir teşkilâtı var­ dı ama, parti öylesine kuvvetsizdi ki geçit resmine bile katılmak lüzumu hissedilmemişti. Hakikaten Egede C. M.P. bir isimden ibaretti.

B

Alay hareket edince evvelki sene­ lerin tamamile aksi bir hâdise cere­ yan etti. D.P. bayrağı altında yürü­ yen parti idare heyeti geçerken caddeleri dolduranlardan bir tek ses

Tatbikat Ajansının A nadolu şu haber devletin

verdiği radyosu tarafından yayınlanmıştır: "Başvekilin hastahaneyi ziya­ ret etmekte olduğunu duyan vatandaşlar hastahane önünde toplanmışlar ve dışarı sıktığın­ da Başvekile tezahüratta bu­ lunmuşlardır". Eee, sonra? Sonra, hiç!..

cy a

Partilerin vaziyeti akat İzmirde, gene eylül ayı içinde, hem de 9 eylül günü hiç alışıl­ mamış bir hadisenin cereyanından herkes haberdardı. Haberdar olma­ maya zaten imkân da yoktu, zira her şey halkın gözü önünde cereyan etmiş, doğrusu hadiseyi bizzat halk yaratmıştı.

C.H.P. alâka çekmek için türlü çarelere başvurmuştu. Bir seferinde alayın başında eski Başbakan Şemseddin Günaltay geçirilmişti. Halk sevdiği bu politikacıyı alkışlamıştı, ama Demokratların geçişi gene de daha fazla tezahürata yol açmıştı.

pe

İzmirde, senelerden beri 9 eylül günü bir geçit resmi yapılıyordu. Bu geçit resmi çok partili rejime geçmemizden sonra siyasi partiler için en ciddi imtihandı. İşin başında, 1946 yı hemen takip eden yıllarda, moda olan ''gövde gösterisi" idi.Partiler çok sayıda vatandaşı kendi saflarına geçirmek için yarış ederlerdi. Mev­ zuat ve rejim de müsait olduğundan partiler büyük gayret sarfederler ve adam toplarlardı. Her iki parti de bir çok defa 15. hatta 20 bin taraftar bulmuş ve caddelerden geçirmişti. Fakat C.H.P. geçerken etrafı buz gibi bir hava kaplar, D.P.'liler görünür görünmez sanki kıyamet ko­ pardı. Bu hal. bir yeni âdet gibi yerleşmişti ve daima böyle olurdu. C.H.P. muhalefete geçtikten sonra da büyük alkışları D.P.'den koparamamıştı. 1954'e kadar altı oklu bay­ rak biraz alâka toplamaya başlamış sa da, kütlenin D.P. yi sevdiği her seferinde ortaya çıkmıştı. 1954'ten sonraki ilk 9 eylülde de tezahüratın çoğu Demokratlara gitmişti. C.H.P. liler buna üzülüyorlardı. Zira hadise partilerin şehir içindeki durumunun hakiki miyarıydı. İzmirde C.H.P. seçimleri hep şehir içinde verdiği açık yüzünden kaybediyordu. Bu vatandaşlar eski partinin kıymeti­ ni ne zaman anlayacaklardı?

10

yükselmiyor, hiç kimse alkışlamı­ yordu. Esen buz gibi bir havaydı, ilikleri dolduran bir sükûttu. O kadar ki D.P.'lilerin acaba yanlışlıkla bir C.H.P. bayrağı mı tuttukları pek âlâ merak edilebilirdi. Sanki 1947 yı­ lındaydık ve geçen Halkçılardı.

Fakat altı oklu bayrak görününce, kıyamet koptu. Alkışlar göğe yükse­ liyor, halk coşmuş, tezahürat yapı­ yordu. C.H.P. ekibinin önünde şiş­ man Dr. Lebit Yurdoğlu yürüyordu. Caddenin iki tarafım tutanlar -bu, kilometrelerce yolda böyleydi- "yaşa" diye bağırıyorlar, var kuvvetleriy le ellerini çırpıyorlardı. "Yaşasın Halk Partisi", "Hürriyet sisin eseri­ niz olacaktır", "Demokrasiyi sis kurdunuz", "1958'i bekliyoruz" sesleri adeta ayyuka çıkıyordu. Şurada, bu­ rada vatandaşlar sıralarından fırla­ yıp İl İdare Kurulu Başkanı Dr. Le­ bit Yurdoğlunun boynuna sarılıyor­ lardı. Alaydaki C.H.P. ekibinden herkesin gözü dolmuştu. Böyle bir mu­ ameleye ilk defa maruz kalıyorlardı. Hepsi heyecanlıydılar. Gözleri buğu­

lanıyor, içlerine sıcak sıcak bir şey­ lerin aktığını hissediyorlardı. Tâ Atatürk heykeline kadar bu, aynı şe­ kilde devam etti. Caddeleri doldu­ ranlar altı oklu bayrağı görünce çıl­ gınlar gibi alkışlıyorlardı. Tezahü­ rat son haddini bulmuştu. D.P. ise hep aynı şekilde, bundan bir kaç yıl evvel C.H.P.'nin karşılandığı soğuk hava içinde geçiyordu İzmir şehri hiç bir tereddüde mahal vermeye­ cek şekilde, hiç bir suni tertibe ma­ ruz bırakılmadan kimin tarafından olduğunu belli etmişti. C.H.P. ekibinin arkasından Hür. P. idarecileri geliyordu. Fakat onlar, ellerine bir sembol almayı akıl etme­ mişlerdi. C.H.P.'lilerin sebep olduğu tezahürat onlara kadar İntikal edi­ yordu. İdarecileri tanıyanlar arasın­ da bazı kimselerin "Yaşasın Hürriyet Partisi" diye bağırdıkları duyuldu. Onların da, flâmasız topladıkları al­ kış Demokratlarınkinden fazlaydı. Hâdiseden ders almamak imkân­ sızdı; zira 1956'ya kadar böyle şey görülmemişti. Bir çok kimse o ak­ şamki tefsirlerde kabahati D.P.'nin İl İdare Kuruluna yükledi. İl İdare Kuruluna muhalif hizip bu yolda şid­ detli propaganda yapıyordu. Fakat bu tefsir çok suniydi ve başı kuma gömmekten farksızdı. Meselelerin da­ ha derinine inilmeliydi. İzmir D . P . iktidarının 1954'ten sonraki tutumu­ nu tasvip etmiyordu. Hem rejim mevzuundaki, hem de iktisadi saha­ daki tedbirler ademi memnuniyet uyandırmıştı. Nitekim bu haftanın sonunda Ankarada toplantıya çağırılan Odalar Birliği Umumi Heyeti­ ne katılacak tamir heyeti, son tatbi­ katı şiddetle protesto etmek niyetiy­ le başkente hareket ediyordu. İzmir D.P.'nin kalesi olmaktan çoktan çık­ mıştı. Anlaşılıyordu ki tamir D.P.'­ nin değil, Hürriyet taraftarlarının kalesiydi ve D.P. Hürriyet şarkıları söylediği müddetçe ondan tarafa çıkmıştı. Ama 9 Eylül ispat ediyor­ du ki Egenin gönlü artık başkalarıyla beraberdi. Hakikaten tamirde D.P. kuvvetin­ den pek çok şey kaybetmişti. Bun­ da bir takım şahısların isimleri et­ rafındaki iddiaların rolü vardı ama. her şey mahalli değildi ve umumi politikanın tesiri ön plândaydı. İz­ mir milletvekillerinin bunu anlama­ maları imkânsızdı. Seçmenden gör­ dükleri muamele eskiye nisbetle pek değişik oluyordu. İşte bu sırada Hür. P. milletvekil­ leri "vazife gezisi" ağını Egeye at­ tılar. Bu haftanın ortasında Ragıp Karaosmanoğlu kahveleri dolaşıyor ve seçmenlerle temasa çalışıyordu. Yakında bir ekip daha gelecekti. Recep Pekerin evindeki toplantılar­ da bu hususta karar alınmıştı. Evet her şey değişiyordu. Bizzat Recep Peker çoktan evliyalık mer­ tebesine yükselmemiş miydi? Ama D.P. de bu hakikatleri ifade edecek adam ne saman çıkacaktı? AKİS, 22 EYLÜL 1956

B A S I N Akis — Sarol dâvası

eçen haftanın sonunda Ankarada G Toplu Basın Mahkemesinin kapı­

sı her zamankinden çok daha kala­ balıktı. Koridorda ve sıralarda ar­ tık aşina çehreler gözüküyordu. Din­ leyiciler ise, birbirinin üstündeydi. F a k a t tehacüm "normal" basın dâ­ valarına değildi. Muhakeme edile­ cekler arasında Kasım Gülek vardı ve meraklılar C.H.P. mensuplarıydı.

Bozma hükmü

emyiz Üçüncü Ceza Dairesi bu Tilamında şöyle diyordu:

6334 sayılı kanuna muhalif hare­ ketle Devlet Vekili Mükerrem Sarol'a Ankarada intişar eden Akis mecmuasının 2/10/954, 23/10/954, 30/10/954, 13/11/954 ve 20/11/951 günlü nüshalarında çıkan yazılar­ la mumaileyh tarafından çıkarılan Türk Sesi gazetesinin ilk okullara abone kaydolunması hadisesini vesi­ le ittihaz ederek sıfat ve hizmetlerinden dolayı itibarını kıracak, şöhret ve servetine zarar verecek hususları isnat suretile neşren hakarette bu­ lunmaktan maznun Akis mecmuası yazı işlerini fiilen idare eden ve mes'ûl müdürü bulunan imtiyaz sahibi Metin Toker hakkında bozma üzerine yapılan duruşma sonunda müsnet suçtan beraatine dair Ankara Toplu Basın Asliye Ceza Mahkemesinden verilen 24/10/955 günlü hüküm" CM. U. liği ve müdahil Mükerrem Sarol tarafından temyiz olunmasından dolayı mahallinden gönderilen evrak C.M.B.M. liginin 12/12/955 günlü tebliğnamesi ve 8/5/958 tarihli ke­ nar yazılarile daireye verilmekle okunarak gereği düşünülüp görüşül­ dü:

cy

Mahkeme heyeti, kapıda asılı ilân­ da bir küçük değişiklik yaptı ve "Ulus mes'ûlleri"ni sıralarından evvel içeri aldı. Gazetenin sahibi olan Kasım Gülek "Ulus mes'ûlleri" arasındaydı. Dâva mevzuu suç, kasdı mahsusla baslık tertiplemekti. Duruşma kısa sürdü. Savcı muavini bittabi gizlilik talep etti, fakat mahkeme heyeti bu­ na lüzum görmedi .Sanıklar müdafaa için mehil istediler. Bu mehil kendi­ lerine verildi ve dâva talik' edildi. Dâ­ va talik edildi, partili kalabalık da ko­ ridoru Kasım Güleğin arkasından tahliye etti. Toplu Basın Mahkeme­ sinin kapısında "mutad zevat" kaldı: Sanık gazeteciler, duruşmayı takip eden gazeteciler. Hukuk Fakültesi ta­ lebeleri ve polisler. İşte, meşhur Akis - Sarol dâvasının duruşmasına bu hava içinde yeniden başlandı. Hakim­ ler heyeti Adil Güneşoğlunun baş­ kanlığında Emin Gebizlioğlu ve Ah­ med Apaydından teşekkül ediyordu. İddia makamında savcı muavini Sa­ mi Coşarcan vardı. Mübaşirin ses­ lenmesi üzerine sanık Metin Toker -savcı muavini ile aynı nesilden oldu-

ğu görülüyordu- ve avukatı Sahir Kurutluoğlu, müdahil vekili Orhan Apaydın içeri girerek yerlerini aldı­ lar. Metin Tokerin hüviyeti tesbit edildikten sonra duruşmaya başlanıl­ dı. Evvelâ Temyiz Üçüncü Ceza Dai­ resinin Ankara Toplu Basın Mahke­ mesince verilmiş olan beraat kararı­ nı bozan hükmü okundu.

a

Adalet

pe

Akis Mecmuasının 2/10/954 tarih­ li nüshasında intişar eden "Hükü­ met - Bir beyanat etrafında" ve 20/11/964 tarihli nüshasında çıkan "Bir suça köşk hikayesi" başlıklı yazılardan dolayı verilmiş olan bera­ at kararı aleyhine C.M.U. sinin ve müdahil vekilinin dermeyan eyledik­ leri temyiz itirazları bu yazıların muhtevaları ve delalet ettikleri mânalar itibarile tenkid hududunu aşarak mü­ dahil Dr. Mükerrem Sarolun şeref ve itibarına doğrudan doğruya veya ima suretile tecavüz teşkil edecek bir mahiyet taşımakta, olmamalarına ve hükmün bu kısmının müstenit bulun­ duğu mucip sebeplere göre yerinde bulunmamış ve mezkûr mecmuanın 20/11/954 tarihli nüshasındaki "Ken­ di Aramızda" ki başlıklı yazıdan do­ layı bir hüküm verilmemiş olduğuna taallûk eden müdahil vekilinin itira­ zı da incelenen dosya münderecatına nazaran varit görülmemiştir. Ancak:

Dr. Mükerrem Sarol "Şerefini AKİS,

vikaye

22 EYLÜL 1956

ediniz"

Beraat hükmünün Akis mecmua­ sının 13/11/954 tarihli nüshasında yayınlanan "Madem ki istifa etmi­ yor" ve "Kâğıt üzerinde devir" baş­ lığını taşıyan yazılarla, 20/11/954 tarihli nüshasında neşrolunan "Ken­ di Aramızda" başlıklı yazıya taallûk eden kısmına karşı C.M.U. sinin ve 13/11/954 tarihli nüshada yayınlanan

Metin Toker Mahkûmiyeti

istenen

adam

iki yazıya ait kısmına karşı da müdahil vekilinin ileri sürdükleri temyiz itirazları aşağıda gösterilen sebeplerle yerinde bulunmuştur. Filhakika "Madem ki istifa etmiyor" başlıklı yazıda müdahil Mükerrem Sarolun gazete sahibi duğu halde gazetelere ilân dağıtan bir vekâletin başında bulunması tenkid edildikten ve bu tenkidlerin Başvekile "Maksatları sizi vurmak fakat bunu açıkça yapmaya cesaret edemiyorlar, aramıza nifak sokup parçalamak istiyorlar, tamamiyle tertiptir" şeklinde aksettirildiği van olunduktan ve "bir demokratik memlekette icap ederse Başvekilin icraatı aleyhine yazmak, Başvekil beğenilmezse ona lütfen çekiliniz demek bir cesaret işi değildir. Akis eğer o kanaatta olsaydı bunu hiç çekinmeden açıkça yapardı" denildikten sonra yazıya "her hangi bir mevzuda ara yerde kuklalar kullanma, tertiplere girişmek bizim şiarımız değildir" tarzında devam olunduğu yazının hedefini teşkil eden Dr.Mükerrem Sarol'un kukla olarak vasıflandırılmak suretiyle tecavüz ve hakarete maruz bırakıldığı görülmektedir. "Kâğıt üzerinde devir" başlıklı yazının müdahil Dr. Mükerrem, Sarol'un itibarını kıracak ve şöhretine zarar iras edecek şekilde imaları muhtemel bulunduğu ve bu suretle bu yazılarından dolayı evvelce verilen mahkûmiyet kararına karşı dermeyan olunan itirazların varit olmadığı 18/6/955 tarihli daire ilâmında açıkça ifâde bulunduğu ve daire kararının bu konuda itiraza da uğramadığı ve bu yazının müdahil Dr. Mükerrem Sarola yalnız muvazaa isnadıyla iktifa olunmayarak ortağı diye gösterilen Oğuz Akaldan kendisi ile münasebeti olması se-

BASIN biyle bahsedilirken müdahil Dr. Mükerrem Sarolun itibarını kıracak şöhretine zarar verecek imalarda bulunulduğu ve imaların hedefi Dr. Mükerrem Sarol olup, yazının gaye­ ­­­­­ Oğuz Akalın hususi durumunu bahise mevzu etmekten ibaret olmadığı nazara alınmadan muvazaa iddi­ ­­­­n bir isnad teşkil etmediği son-­ ­­­­n ibraz olunan mukavele münacatından anlaşıldığından bahisle bir takım mütalealar serdile bu dan dolayı da beraat kararı verilmesinde isabet görülmemiştir. Akis Mecmuasının 20/11/955 tarihli nüshasında çıkan "Kendi Ara­ ­­­­­da" başlıklı yazıya gelince. Bu yazıda Akis Mecmuası aleyhine şiddetli ve toplu bir kampanyaya girildiğinden, bir adamın bir kaç gazeteyi birden üzerlerine saldırttığından, adamın menfaatlerinin tehlikeye girdiğini görünce nasıl heyecana gel-

diğinden ve kendisini hangi yollardan müdafaaya teşebbüs ettiğinden bah­ sedilmekte ve bu arada "aman yarabbi kuyruklarına basılanlar nasıl da havaya fırlıyorlar, ne de canhıraş çığlıklar atıyorlar" denilmekte, mü­ teakiben de bazı gazete muharrirle­ rinin şahısları hakkında mütalealar beyan olunmaktadır. Yazıda "bir adam", "o adam" tadirleriyle hangi şahsın kasdedildiği açıklanmamıştır. Kastın tayini bakımından mecmua­ nın dâva mevzuu olan neşriyatı kül halinde nazara alınmak ve evvelki yazılarda müdahilin gazetelere ilân dağıtan bir vekâletin başında oldu­ ğundan bahsile tenkidlerde bulunul­ duğu ve mecmua aleyhine açıldığı bildirilen kampanyayı tahrik edebi­ lecek durumda gösterildiği teemmül olunmak iktiza edeceğine göre "bir adam" ve "o adam" tabirleriyle müdahil Dr. Mükerrem Sarol'un kasde-

dildiği ve ima yoluyla mumaileyhin şeref ve itibarını kıracak neşriyatta. bulunulduğu neticesine varılmış bu­ lunulmaktadır. Yukarıda tefsil ve izah olunan se­ beplerden dolayı hükmün "Madem ki istifa etmiyor", "Kâğıt üzerinde de­ vir" ve "Kendi Aramızda" başlıklı yazılarda cürüm unsuru mevcut ol­ madığından bahsile beraate taallûk eden kısmı aleyhine vaki temyiz iti­ razları varit ve yukarıda gösterilen se­ bepler bozmayı müstelzim görüldüğünden tebliğnamedeki tasdik talebi­ nin reddiyle hükmün mezkûr sebep­ lerden dolayı BOZULMASINA ve de­ po parasının iadesine ve 10 lira tem­ yiz harcının haksız çıktığı taktirde maznundan alınmasına 23/6/956 ta­ rihinde ekseriyetle karar verildi. Uyulmasını İsteyenler uruşmanın bir evvelki celsesinde başkan iddia makamını işgal e-

D

EROZAN .M.M. Başkan Vekili Brozan'ın muvafakati

demokrasinin hakim olduğu mem­ leketlerde, karsı partilerin, bu fikir­ de olanların iktidar partisinin ic­ raatını tenkit etmelerinin caiz oldu­ ğuna, ancak bunun tezahür eden neticelere inhisar etmesi lazım gel­ diğine, yapısı olması icab edip yıkı­ cı olmaması gerektiğine işaretle, müdafaalarımızın bu sebeble varit olmadığı" neticesine varılmıştır. Sıfat ve hizmet sebebiyle cezanın teşdidi hususunda da; şikâyetçi ve müdahil davacı Agâh Erozan'ın Bü­ yük Millet Meclisi Reis Vekilliğine "tayini sebebi ile" sıfat ve hizmet­ ten mütevellit bir suç işlendiği ka­ bul edilmiştir.

cy a

Agâh Eüzerine, "Roma'nın Yandığını Görmüyor musunuz ?" başlıklı yandan dolayı acılan dâvaya, bilindiği gibi, Anka­ ra Toplu Basın Mahkemesinde ba­ kılmış ve dâva, AKİS Mecmuası i Sahibi Metin Toker'in ve Yazı İş­ leri Müdürü Yusuf Ziya Ademhan'ın mahkûmiyetleriyle neticelenmiş­ tir. Metin Toker ve Yusuf Ziya Ademhan'ın Vekili Avukat Sahir Kurutluoğlu. Ankara Toplu Basın Mahkemesinin bu kararını temyiz etmiş bulunmaktadır. Temyiz Mah­ kemesi 3. Ceza Dairesi Başkanlığı­ na sunulmak üzere, Ankara Toplu Basın Mahkemesi Başkanlığına tev­ di edilen temyiz lâyihasının metni şudur: Müdahil Agâh Erozan'ın nesir yolu ile şeref ve haysiyetine teca­ vüzden maznun, Yusuf Ziya Ademhan ve yazının neşredildiği mec­ muanın sahibi Metin Toker hakla­ rında Ankara Toplu Basın Mah­ kemesince ikame olunan dâva so­ nunda, fiil sabit ve yazının şeref ve haysiyeti kırıcı mahiyette oldu­ ğu kabul edilerek 5680 savdı kanu­ nun 16 ıncı maddesi delaletiyle 6334 sayılı kanunun 1 inci maddesinin 1 ve 2 inci fıkralarına tevfikan, Yu­ suf Ziya Ademhan'ın sekiz ay müd­ detle hapsine, 1333 lira 30 kuruş ağır para cezasıyle mahkûmiyetine ve mevkutenin o günkü sahibi Me­ tin Toker'den aynı kanunun 5 inci maddesi ile 6666 lira 30 kuruş ağır para cezasının tahsiline karar veril­ miş bulunmaktadır. Kararın mucip sebeplerinde, yaznın şeref ve haysiyete tecavüzkâr mahiyette olduğu kabul edil­ miş ve bu kabule sadece yazının metninin tahrir edilmesi kafi gö­ rülmüştür. Bundan sonra müdafaalarımızın reddi cihetine gidilerek, "çok partili

Bozma sebepleri

emirde esasa taalluk eyle­ E vvel yen müdafaamızda arzedilen hu­

pe

susların nazara alınmasını istirham etmekle beraber, kararın usûl ve kanun zaviyesinden noksan olan ta­ raflarını da izaha çalışacağız: 1 — İddia makamı fiilin suç ol­ duğunu iddia ederken, dâva mev­ zuu olmaktan, dâvacının dilekçesin­ deki kayıtlarla sıkmış bulunan ya­ zılardan istiane etmesi hususuna işaretle, yazının suç mevzuu olamıyacağını bildirmiştik. Buna rağ­ men kararda suçun, sureti tekev­ vün ve yazının neden dolayı suç teşkil ettiği tasrih edilmeksizin bu müdafaamızın reddi cihetine gidil­ miş, aynı zamanda da suç unsuru­ nun sadece, "Romanın Yandığını Görmüyor musunuz?" başlıklı yazı­ da görüldüğüne işaret edilmekle ik­ tifa olunmuştur. 2 — Yine müdafaamızda, iddia makamının yazının istihfaf eyle­ yen cümleleri ihtiva eylemesi sebe­ bi, suçun mevcudiyetine işaret eyle­ yen mütalaalarına cevaben bu halin fiilin işlendiği zaman meri kanun­ larla suç sayılmadığına işaretle ancak 6732 sayılı kanunla yeniden tedvin olunan maddeye göre suçun

DAVASINDA

vücut bulabileceğini dermeyan ey­ lemiştik. Kararda bu müdafaamız, yazının ihtiva eylediği cümlelerin müdahilin şeref ve haysiyetini ren­ cide edecek şekilde telâkki edilme­ si sebebiyle kabule şayan görülme­ miştir. Görülüyor ki, mahkemece dahi, suç mevzuu olan yazıların, şeref ve haysiyetin rencide olmasını dehiyette telâkki edilmesi mümkün görülememiş, bunların "şeref ve haysiyeti rencide edecek" şekilde telâkkiye müsait olduğuna işaret ve bu şeklide kabul edilmiştir. Kanunun mutlak metni karşısın­ da. "Tecavüz" ve "Rencide" keli­ melerinin delâletlerini göz önünde tuttuğumuz zaman 6334 sayılı ka­ nunun 1 inci maddesinin 1 numaralı fıkrasında yazı kanun şeref ve haysiyetin rencide olmasını değil buna tecavüz edilmesi halini suç saymıştır. Her ikisi de fiili müteaddi olan tecavüz etmek rencide etmek halleri bu suretle birbirinin müteferadi olarak kabule müsait olmadığına göre, kararda tavsif bir tecavüz fiilinin ademi mevcudiye­ tinden ileri gelmiş ve bu sebebler de fiilde suçun kanuni unsurlarının bu­ lunmadığı tezahür eylemiştir. 3 — Kararda "Çok partili ve de­ mokrasinin hakim bulunduğu mem­ leketlerde karşı partilerin ve bu fikirde olan şahsiyetlerin, iktidar partisini tenkit etmesi caiz ve hat­ ta memleket menfaatine lüzumlu bulunduğu müsellem olmakla bera­ ber" dendikten sonra, "şüpheli fi­ kirlerin temerküz etmesin" sebebiyet verecek sözlerle yapılmayarak, yapılmış olan fiillere ve tezahür eden neticelere inhisar ettirilmesi ve yanıcı olup yıkıcı olmaması ve bu­ nun da siyasî nezaket çerçevesi da­ hilinde izhar edilmesi leap edece­ ğinden" kaydiyle hem yabancı memleketlerdeki tenkit esasları yazAKİS, 22 EYLÜL 1956

BASIN den savcı muavinine ve müdahil ve­ kiline bu ilam hakkındaki fikirlerini sormuştu. Gerek savcı muavini ve ge­ rekse müdahil vekili bozmaya uyulmasını istemişlerdi. Kanaatlerince Ceza Dairesinin hükmü yerindeydi ve Toplu Basın Mahkemesi beraat ka­ rarında ısrar etmemeliydi. Bilindiği gibi Akis - Sarol dâvası 1954 yılı sonbaharından beri devam ediyordu. Hakimler heyeti, içinde suç olduğu iddia edilen yazıları evvelâ ehlivukufa havale etmiş, ehlivukuf bunlarda suç görmediğine dair rapor vermişti. Fakat mahkeme Metin Te­ keri 9 ay 10 gün hapse ve para ce­ zasına mahkum etmişti. Verilen hük­ me göre Dr. Mükerrem Sarola bu yazılarda vazife ve hizmetinden do­ layı müteaddit defa hakaret edilmiş­ ti. Böylece taktir edilen 6 aylık ceza 9 ay 10 güne çıkarılıyordu. Müdahil Vekili sanığın "demokratik" şekilde

küfrettiğini ileri sürmüştü. Sanık ve­ killeri kararı temyiz etmişler, Üçüncü Ceza Dairesi mahkûmiyeti boz­ muştu. Duruşmaya yeniden başlan­ dığında kendisine "Dr. Sarola mu­ vazaa isnat etmek" suçu atfolunan Metin Toker, sabık Devlet Bakanının alâkasını keser göründüğü Türk Se­ si Gazetesi üzerinde haklarını muha­ faza ettiğini bir noter mukavelena­ mesi ile ispat etmişti. Bunun üzeri­ ne mahkeme beraat kararı vermişti. Şimdi Üçüncü Ceza Dairesi 23 Ha­ ziran 1996 tarihli ilâmı ile bu kara­ rı da ekseriyetle bozuyordu. Uyulmasını istemeyen

okunmasından sonra başkan, İsözlamın sanık vekili Sahir Kurutluoğluna verdi. Metin Tokerin diğer avu­

katı Faik Ahmet Barutçu rahatsızdı ve duruşmaya katılamamıştı. Sahir Kutluoğlu sözlerine, verilen

ilk beraat kararının yerinde olduğu­ nu ifadeyle başladı ve bir açıklama­ da bulundu. Açıkladığına göre Tem­ yiz Üçüncü Ceza Dairesi beraat kararını görüşmeden Metin Toker hakkında hangi yazılardan dolayı Dr. Saroldan muvafakatname istendiğini araştırmak lüzumunu hissetmişti. Fa­ kat dosyada buna ait vesika buluna­ mamıştı. Mesele şuydu: Ankara Sav­ cılığı Dr. Saroldan Akiste Çıkan han­ gi yazılardan dolayı muvafakatname talep etmişti? Bu talepname nere­ deydi? Talapname dosyada buluna­ mamıştı. Savcılığa yazılmış, savcılık talepnamenin Adalet Bakanlığında olduğunu bildirmiş, Adalet Bakanlı­ ğından istenmiş, orası da bu talepna­ menin kendisinde mevcut olmadığını ifade etmişti. Bunun üzerine Ceza Dairesi bir ara karar alarak dosya­ nın "tekemmül ettirilmesi için" Temyiz Başsavcılığına iadesini u y -

TEMYİZ LAYİHAMIZ

a

de: "Matbuat hürriyeti şahısların hususi hayatına müdahale hakkını bahşetmez ancak, bir şahıs siyasi hayata karıştığı zaman matbuatın vazifesi başlar. Burada matbuatın müdahalesini meşru kılan sebep, zedelenmiş bir siyasi faaliyetin mevcudiyetidir. Filhakika toplulu­ ğun, kendisini idare eden veya siya­ si hayata müessir olan şahısların, itimada lâyık olup olmadığım öğ­ renmek ve bilmek hakindir"; 213 üncü sayfada da: "Demokratik bir devlette, umumi menfaati alâkadar eden bir mesele üzerine dikkati top­ lamak ve bu mesele hakkında iza­ hat istemek, matbuatın vazifesidir. Hatta bu vesile ile, şahsiyet zarara maruz kalsa bile, matbuatın vazi­ fesi, bertaraf edilemez. Bu zarar­ dan matbuata bir mesuliyet tevec­ cüh etmez" denilmektedir. İsviçre matbuat hürriyeti anlayı­ şını ifade eyleyen bu fikirler gös­ termektedir ki, matbuat hürriyeti, kararda izah olunduğu şekilde yapı­ cı olması, neticelere inhisar eyleme­ si, fiillere taalluk etmesi, yıkıcı olma ması hallerinde suçluluğun mürtefi olabileceği şeklinde mütalâa oluna­ maz. Hususi hakaret kasdına makrun olmıyan ve sadece amme mü­ lâhazasına istinat eyleyen ahvalde, şahsî menfaatlar zedelenmiş olsa bile, bu suretle sucun tekevvün ey­ lemesi mümkün olamaz. 4 — Müdafaamızda bu hadiseye mütenazır ve mümasil bir dâvada­ ki bilirkişi tetkikatına ve onun ne­ ticesine taalluk eyleyen hususa işa­ retle hakkın tevziinde, ayniyet prensibi zaviyesinden, işin bu yol­ dan tetkikinde fayda mülâhaza edilebileceğini ileri sürmüştük. Kararda, müphemiyet ifade eyleyen hususa maksur görülecek ahvalden bahisle, bu müdafaamız da nazara alınmamıştır. Halbuki, yazı

pe cy

edilmiş ve hem de tenkidin sadece fiile ve neticeye taalluk eylemesi ve siyasi nezaket hududa içinde kalması halinde tenkit olabileceğine işaretle, tenkidin tarifi cihetine gi­ dilmiştir. Mahkemece şek partili ve de­ mokrasinin hakim olduğu memle­ ketler ele alınmış olması sebebiyle matbuat hürriyeti ve hududları zaviyesinden, ecnebi müelliflerin bu mevzudaki düşüncelerini de be­ raber mütalâa ve bu suretle kabu­ lün isabetli olup olmadığını tayin etmek zarureti hasıl olmuştur. Jacques Bourquin'in "La liberie. de la Presse" adlı eserinin 168 ve müteakip sayfalarında: "Matbua­ tın hadiseler üzerinde halkın sürat­ le haber almasını temin etmek va­ zifesinden maada, bir nevi vazifesi daha vardır ki, bu da efkârı umumiyevi hazırlamak ve ifade etmek­ tir. Bu maksatladır ki, o yalnız tü­ nün hadiselerini tarafsız olarak neşretmekle kalmayıp, bu hadiseler üzerinde münakaşaya karışarak, bu münakaşada taraf tatar ve mu­ ayyen bir fikir müdafaa eder. Tas­ vip veya ihtari mahiyette reddeder. Halkın kendisine bir amme vazi­ fesi verilenlerin, veya amme işle­ rinin ifasında rol sahibi olan kim­ selerin, kendi itimatlarına lâyık olun olmaması bakımından bilgi sa­ hibi olmasında elbette ki, menfaat vardır. Zira bunların durumu, sa­ dece halkın itimadına dayanır. Mat­ buatın bu sahadaki suiistimalleri işaret ederek bunun devamına mani olmak suretiyle halk menfaatına hizmet etmesi vazifesidir. Herhangi bir makale ile bir siya­ set adamının noksanlıklarının be­ lirtilmesi, makale sahibinin ikinci bir maksat olarak siyasi hasmını vere sermesi mülâhazasını ortaya koyması, matbuat hürriyetinin te­ min ettiği garantilerden mahrumi­ yeti icap ettirmez"; sayfa: 205'de AKİS, 22 EYLÜL 1956

medlülü külli itibariyle tetkike tâbi tutulduğu zaman, ne tahkir ve tez­

yif ve ne de itibar kırıcı vasıfta ol­ mayıp, bir halin tasviri, ve bir zihni­ yetin tenkidinden ibaret olduğun­ dan, bu zaviyeden bir tetkike tabi tutulması da haklı bir talepten iba­ ret iken, bu husus da nazara alın­ mamış, usulü tahkik bakımından bir eksiklik olarak tezahür eylemiş bulunmaktadır. 5 — Tatbikat zaviyesinden, Agâh Erozan'ın Büyük Millet Mec­ lisi Reis Vekilliğine ' "tayini" sebe­ biyle; resmi sıfatından dolayı işlen­ miş bir suçun mevcudiyeti kabul edilerek cezada arttırmaya gidil­ miştir. Yazı, baştan aşağı okunduğu za­ man görülecektir ki. Agâh Erozanın Grupta Reis Vekilliği namzetliği ve bu yoldaki seçim dolayısıyle ka­ leme alınmıştır. Bu sebebledir ki resmi sıfatından münbais olmayıp bu mevkie tayin değil, seçilmesi hususuna ve seçilmesine takaddüm eden zaman ve şartlara taalluk ey­ lemesi bakımından tatbikde de isa­ bet edilememiştir. 6 — Yusuf Ziya Ademhan'dan mütemmim müdafaa alınmasına zaruret görülmüş, kendisi de vekili ile görüşmeden bir şey diyemiyeceğini beyan etmiş iken bunu takip eden celsede maznunun bulunma­ masına rağmen mahkûmiyet kararı verilmek suretiyle usulün 258 inci maddesi ihlâl edilmiştir. 7 — Metin Toker hakkında, mu­ addel 5 inci ve Basın Kanununun 16 ıncı maddeleri çöz önünde tutu­ larak, Ceza Kanununun ikinci mad­ desi serahatına binaen artık bir para cezası tayin edilmemesi ikti­ za ederken bu müdafaa da nazar­ dan uzak tutulmuştur. Netice: Yukarıda arzedilen sebeblerden ve resen tesadüf oluna­ cak diğer hallerden dolayı, mahkû­ miyet hükmünün bozulmasını saygılarımla ve bilvekâle rica eylerim.

13

BASIN Usul kanunlarından maddeler zik­ rederek yapıyordu. Vardığı neticeşuydu: Bozma kararına uyulamazdı. Mahkeme heyeti kısa bir müzakereyi müteakip ara kararı alarak boz­ maya uyduğunu bildirdi. Kararın bir mucip sebebi yoktu, sadece Üçüncü Ceza Dairesinin ilâmının yerinde ol­ duğu ifadeyle bozmaya uyulduğu bil­ diriliyordu. Tecziye talepleri aşkan, müdahil vekilinden ve iddia makamından esas hakkındaki iddialarını sordu. Müdahil vekilinin esas hakkındaki iddiası çok kısaydı. Avu­ kat Orhan Apaydın sadece: "— Sanığın tecziye edilmesini isti­ yorum" dedi. Savcı muavini Sami Coşarcan bunu müteakip söz aldı. Onun iddianame si daha uzundu. İddia makamı işin başından beri Metin Tokerin suçlu olduğunu ve cezalandırılması gerek­ tiğini ileri sürmüştü. Dr. Sarolun şeref ve haysiyetine Akis Mecmuasın­ da defalarca tecavüz edilmişti..Savcı muavinine göre Temyiz ilâmında ba­ his mevzuu- edilen üç yazıda da suç vardı. "Kendi Aramızda" başlıklı ya­ zıda kasdedilen Dr. Saroldu. Başka bir yazıda "kukla" olarak vasıflandı­ rılan da sabık Devlet Bakanıydı. "Kâğıt üzerinde devir" yazısında hem muvazaa isnad ediliyordu, hem de bir takım şeref ve haysiyet kırıcı imalar vardı. Bütün bu sebeplerden dolayı Metin Toker hem hapsedil­ meli, hem de para cezası ödemeliydi.

B

Sualler ve cevaplar üdahil vekili ile savcı muavini genç Sami Çoşarcanın iddiaları zapta geçtikten sonra Metin Tokerin

M

pe

cy

gun görmüştü. Dosya iade edilmişti. Sonradan, yeniden Ceza Dairesine gönderilmiş olduğu anlaşılıyordu. Fakat istenilen talepname gene bu­ lunamamıştı. Ceza Dairesi buna rağ­ men hüküm vermiş ve beraat kararı­ nı bozmuştu. Sahir Kurutluoğlu Ceza Dairesinin buna hakkı olmadığını bildirdi. Hangi yazılardan dolayı dâva açıldı­ ğı malûm değilken şu veya bu yazı hakkında nasıl hüküm tesis edilebi­ lirdi? Sonra, savcılığın "bütün yazı lardan" diye verdiği bir cevap ta hu­ kuka aykırıydı. Demek ki savcılık, Akis mecmuasının bir çok sayısında Dr. Sarolla alâkalı olarak çıkan her yazıdan dolayı tam yedi buçuk sene müddetle dâva açmak,hakkına ken­ disini selâhiyetli kılmıştı. Zira bu şe­ kilde müruru zaman yedi buçuk se­ ne sonra doluyordu. Bunun adalete sığan bir tarafı olup olmadığını Sa­ hir Kurutluoğlu mahkeme heyetin­ den sordu. Bu bakımdan bozma ilâ­ mına uymak aciz olamazdı.

a

Sahir Kurutluoğlu Siyanet meleği

mesinde bu yazı bahis mevzuu edilmiyordu. Davanın açılmasına ait ta­ lepname de mevcut olmadığına göre yazıyı dâvaya dahil etmenin imkânı yoktu. Temyiz Ceza Dairesi muvafa­ kati alınmamış bir yazıdan dolayı Metin Tokerin mahkûmiyetini isti­ yordu. Sonra, yazıda Dr. Sarolun adı dahi geçmiyordu. Böyle olduğu halde Ceza Dairesinin delillerin taktirine giderek mecmuanın neşriyatının heyeti umumiyesinden, bahis, mevzuu olan bir şahsın Dr. Sarol olduğunu çıkarması kabil olmamak gerekirdi. Sahir Kurutluoğlu müteakiben şöyle devam etti: "— Bir bozma sebebi de Kâğıt Üzerinde Devir başlıklı yazı ile alâ­ kalıdır. Bu yazı ile Dr. Sarola muva­ zaa isnat ettiğimiz ileri sürülerek mahkûmiyetimize karar verilmişti. İlk bozmadan sonra delilleri ve vesi­ kalarıyla ortaya koyduk ki biz bir is­ natta bulunmuş değiliz. İsnatta bu­ lunmamış olduğumuzu böylece orta­ ya koyduk. Şimdi Üçüncü Ceza Dai­ resi diyor ki: Ben bu yazıda suç gör­ müştüm, siz suç olup olmadığını na­ sıl araştırabilirsiniz. Muhterem hâkimler, bu şuna ben­ zer. Bir adamın iki gözünü kör etmiş olduğumuz iddiasıyla huzuru adalete sevkediliyoruz. Mahkeme heyeti bizi mahkûm ediyor. Temyiz ediyoruz. Mahkeme, iki gözün kör olması yü­ zünden cezamızı ağırlaştırmıştır. Temyiz ağırlaştırmaya mahal olma­ dığım, bir gözün kör olduğunu bildi­ rerek kararı bozuyor. Mahkeme he­ yeti bu karara uyuyor ve duruşma yeniden başlıyor. Biz o zaman bir rapor ibraz ederek şikâyetçinin hiç bir gözünün kör olmadığım ortaya koyuyoruz. Mahkeme heyeti bu iddiamız üzerine araştırma yapıyor, di­ yelim ki şikâyetçiyi muayene ettiri­ yor -hakikaten mahkemeniz, durumu noterlikten sormuştur- ve görüyor ki şikâyetçinin hiç bir gözü kör değil­ dir. Bunun üzerine yapılacak tek şey, hakkımızda beraat kararı vermektir. Mahkeme de bunu yapıyor. Bu sefer kararı karşı taraf temyiz ediyor. Tem­ yizin yeni hükmü şudur: Ben o bir gözün kör olduğuna dair hüküm te­ sis ettim, sen araştırma yapamazsın. Hakikaten Üçüncü Ceza Dairesi de­ mektedir ki: Bir yazıdan dolayı ev­ velce verilen mahkûmiyet kararına karşı dermeyan olunan itirazların varit olmadığı 18/6/955 tarihli ilâ­ mımda açıkça ifade olunduğu ve dai­ re kararının bu kısmı da itiraza uğ­ ramadığı... halde muvazaa iddiasının bir isnad teşkil etmediği sonradan ibraz olunan mukavele münderecatından anlaşıldığından bahisle ve bir takım mütalealar serdile bu yazıdan dolayı beraat kararı verilmesinde isabet görülmemiştir". Sahir Kurutluoğlu Oğuz Akal ile alâkalı yazı parçalarında ima yoluy­ la hakaret bulunduğu iddialarım da reddetti ve ima yoluyla hakaretin 6334 sayılı kanuna göre suç teşkil edemeyeceğini ortaya koydu. Sanık avukatı, bütün bu maruzatını Ceza ve

Fakat hepsi o kadar değildi. Sahir Kurutluoğluya göre Temyiz Üçüncü Ceza Dairesi -vaktile Başkanı Baha Arıkandı- bazı hatalı hüküm­ ler daha vermişti. Bozmanın mucip sebepleri Toplu Basın Mahkemesinin kanaatlerinin reddiydi. Halbuki meri kanunlara göre, Temyiz, hususi mah­ kemelerin delil taktirlerini münaka­ şa edemezdi. "Madem ki istifa etmi­ yor" başlıklı yazıda "kukla" tabirile Dr. Sarolun kasdedildiğini Ceza Da­ iresi nasıl çıkarabilirdi ? Bu, hususi mahkemenin hakkıydı ve hususi mahkeme böyle bir kanaate varmamıştı. "Kendi Aramızda" başlıklı ya­ zıya gelince, savcılığın ilk iddiana-

14

Faik Ahmet Barutçıı Kısmet

değilmiş

AKİS, 22 EYLÜL 1956

BASIN 1ardan dolayı sanığın tecziyesini iste­ diğini bildirdi. Metin Tokerin ikinci suali gene müdahil vekilineydi ve şuydu: "Muh­ terem müvekilleri Dr. Sarol beni her gördüğü yerde Akis Mecmuasından dolayı tebrik etmiş, mecmuayı zevk­ le okuduğunu bildirmiş midir?". Baş­ kan bu hususun dâva ile olan alâka­ sını sanıktan sordu. Matin Toker şöyle cevap verdi: "— Akis mecmuasında Kendi Aramızda başlığı ile bir yazı çıkıyor. Bunda Dr. Sarolun adı geçmiyor. İddia olunuyor ki bahis mevzuu zat Dr. Saroldur. Yazıda kuyruklarına basılanların canhıraş çığlıklar attıkları belirtiliyor. Fakat bu zatların beni her gördükleri yerde Akis'ten dolayı tebrik ettikleri, mecmuayı zevkle okudukları da belirtiliyor. Dr. Sarolun böyle bir harekette bu­ lunup bulunmamış olması bahis mevzuu zatın tayini bakımından son derece mühimdir. Böyle bir hareket­ te bulunmamışsa kuyruğuna basılan nasıl kendisi olabilir? Sualimin dâva ile alâkası budur".

Teraziyi

elinde

tutuyor

"— Cevap vereyim, Dr. Sarol böy­ le bir harekette bulunmamıştır" dedi. Metin Tokerin bir sualinin daha ol­ duğu görüldü. Orhan Apaydından Dr. Sarol ile Oğuz Akalın ortak olup olmadıklarının sorulmasını istiyordu. Başkan bu suali de müdahil vekiline tevcih etti. Orhan Apaydın o zaman sanık aleyhinde bir şikâyette bulun­ du: "— Sanık bu suallerle ne demek is­ tiyor? Maksadı müvekkilime yeniden hakaret etmektir. Dâva iki seneden be ri devam etmektedir ve her şey söy­ lenmiştir. Zaten Metin Toker bütün dâva devamınca müvekkilim Dr. Sa­ rol hakkında bir takım ithamlarda bulunmuştur. Şimdi de niyeti Dr. Sarol hakkında yeni isnatlarda bu­ lunmaktır. Buna müsaade edilmeme­ sini rica ederim. Bunların dâvayla alâkası nedir?"

pe cy

söz istediği görüldü. Metin Toker ge­ rek avukat Orhan Apaydının, gerek­ se savcı muavini Sami Çoşarcanın iddialarının bazı hususlarının müp­ hem olduğunu, bu noktaların yapacağı müdafaa ile ilgili bulunduğunu bildirdi ve birkaç sual sormasına mahkemenin müsaade etmesini iste­ di. Metin Toker evvelâ Orhan Apay­ dından hangi yanlardan dolayı tec­ ziye edilmesini istediğini sordu. Zira müdahil vekili "sanığın tecziyesini istiyorum" demekle iktifa etmişti. Bunun niçinini de bildirmeliydi ki Metin Toker kendisini hangi mevzuda müdafaa edeceğini kestirebilsindi. Orhan Apaydın evvelki iddialarında bu hususun açıklanmış olduğunu ile­ ri sürdü ve onlarda ısrar ettiğini söy­ ledi. O zaman Metin Toker söyle dedi:

Başkan bunun üzerine Orhan Apaydına suali tevcih etti. Orhan Apaydın bunu nereden bilebileceğini, bilse bilse sanığın bilebileceğini, suale onun cevap vermesi gerektiğini söy­ ledi. O zaman Metin Toker:

a

Adil Güneşoğlu

"— Kendilerinin haberleri olmasa gerek. Temyizin ilk bozma ilâmından sonraki duruşmada müdahilin diğer vekili Burhan Apaydın bütün yazılar içinde sadece bir tanesi üzerinde hak iddia edebileceklerini, kendi hukuk anlayışlarına göre ötekiler hakkında bir talepte bulunamayacaklarım bil­ dirmişti. Bahis mevzuu yazı da Kâğıt Üzerinde Devir yazısıydı. Şimdi mü­ dahil vekili Orhan Apaydın eski id­ dialarını tekrarladığını ifade eder­ ken bunu mu belirtmek istiyor, yok­ sa başka yazılardan dolayı da mı tec­ ziyemizi istemeye kararlıdır?".

Orhan Apaydının sinirli bir tarzda ayağa kalktığı görüldü. Sanık bunu sormakla hangi maksadı güdüyor­ du? Metin Toker, maksadının kendi­ sini müdafaa olduğunu tekrarladı. O zaman Orhan Apaydın bütün yazıAKİS,

22

EYLÜL 1956

Metin Toker alâkanın büyük oldu­ ğunu hatırlattı. Hapse mahkûm edil­ mesi isteniliyordu. Dâva son derece muğlaktı. İddialarda esaslı noktalar yoktu. Kendisini nasıl müdafaa ede­ bilirdi? İthamları bilmeliydi ki, ce­ vaplarım versin. Orhan Apaydın sa­ nığın buna hakkı bulunmadığım tek­ rarladı. Bu sırada başkan sanıktan başka sualleri olup olmadığını sordu Metin Toker "var" dedi. Başkan bun­ ları sırayla yazdırmasını, ona göre tevcihlerine lüzum olup olmadığına mahkemenin karar vereceğini bildir­ di. Orhan Apaydının Metin Toker hakkında bazı şikâyetlerde bulunma­ sı üzerine sanık avukatı Sahir Kurutluoğlu yerinden fırlamış ve suallerin müdafaa hakkına taalluk ettiğini,

kaldı ki bunların sorulmasına mah­ kemenin karar vermiş bulunduğunu hatırlatmış ve müdahil vekilinin id­ dialarını sert bir lisanla reddetmişti. İ l e t i n Toker Dr. Sarolun avukatın­ dan şunların sorulmasını istedi: 1 — Dr. Sarol ile Oğuz Akal Türk Sesinden başka bir işte de hissedar mıdırlar ? Sanık bu suali sorduktan sonra ni­ çin sorduğunu da başkana şifahi ola­ rak izah etti. Orhan Apaydın kendi­ sinin, Dr. Sarolu Oğuz Akalı "ka­ yırmak" la suçlandırdığını bildirmiş­ ti .Metin Toker dedi ki: "— Muhterem reis beyfendi, takdir buyurursunuz ki böyle bir itham kar­ şısında Dr. Sarolun Oğuz Akalla or­ tak olup olmadığının bilinmesi son derece mühimdir. Bir insanın ortağı­ nı koruması başkadır, laalettayin bir şahsı koruması tamamile başka.." 2 — Dr.Sarol Başbakana "maksadları sizi vurmak, fakat bunu açıkça yapmaya cesaret edemiyorlar, ara­ mıza nifak sokup bizi parçalamak istiyorlar, tamamiyle tertiptir" tar­ zında bir telkinde bulunmuş mudur? " Metin Tokerin verdiği şifahi izaha­ ta nazaran bu husus da mühimdi. Zi­ ra bu satırlar, içinde suç unsuru bulun duğu iddia olunan "Madem ki istifa etmiyor" başlıklı yazıda çıkmıştı. O yazıda Dr. Sarola "kukla" dendiği ileri sürülüyordu. 3 — İddia makamı şu suale cevap vermeliydi: İddia makamı Dr. Saro­ lun Türk Seri Gazetesini devirde mu­ vazaa yaptığı kanaatinde midir, yok­ sa cereyan eden ve tafsilâtı delille­ riyle, vesikalarıyla huzurunuzda a-

Emin Gebizlioğlu Aşina çehre

15

İKTİSADİ VE MALİ SAHADA Ticaret Maşallahlı liberalizm ve Ticaret Bakanı, İstanE konomi bulda yaptığı bir basın toplantı­

sında çok mühim iki karardan bah­ setti. Bunlardan birincisi, belediyele­ re verilmiş olan narh tesbiti selâhiyeti ile alâkalıydı. Bakan: "Üzerinde durduğumuz ikinci bir mevzu istihsal mallarının azami satış fiyatlarının Belediyece tesbit edildikten sonra ba­ kanlığımızca da tescili işidir. Bunun için en büyük müstehlik bölge olan İstanbul'da Belediyenin şimdiye ka­ dar aldığı kararları ve yapılan tatbi­ kattan elde olunan neticeleri etüd edeceğiz. Aynı ameliye Ankara, Ada­ na, İzmir. Antalya gibi büyük müs­ tehlik bölgelerde de yapılmaktadır. Halen 7-8 kişilik kontrol ekiplerimiz Türkiye'nin dört bir tarafında dolaş­ maktadırlar. Bu ekipler ayrıca bele­ diyelerin kontrol ekiplerini de kurs­ lara tâbi tutacaklardır. Alınan neti­ celer Ankara'da bir araya getirilecek ve bu suretle narh koyma mevzuunun merkezde ne şekilde toparlanabi­ leceği anlaşılacaktır. Böylece yeni bir narh. sistemi kurulmuş olacaktır. Maksadımız müstahsilin menfaatini haleldar etmemek buna mukabil müstehlikin de haklarım çiğnetmemektir. Müstahsilin meşru kâr had­ leri içinde çalışmasını temin vazife­ mizdir. Bunun için Ankara'da üç ki­ şilik bir fiyat komitesi kurulmuştur. Bu heyet, müstahsil ve müstehlikle daimî temas halinde olacak ve ko­ ordinasyon vazifesini görecektir. Müstahsilin asgari geçim standardını temin edecek bir flat nizamı kura­ caktır" diyordu. Ticaret Bakanının bahsettiği ka­ rarların ikincisi dış ticaret sahasını ilgilendiriyordu: "Mühim bir kararımız daha var: İthal ettiğimiz birçok mallar âmme işleri için gayet ehemmiyetlidir. Bun­ ların bir elden ve külliyetli miktarda ithali icap etmektedir. Devlet, Top­ rak Mahsulleri Ofisi ve Tariş gibi müesseselere bu hususta vazife ver­ mektedir. Ancak bu vazife bu vadide ihtisası olmıyan bu müesseseler için bir külfettir. Kolay, kahve gibi ucu­ za mal edilmesi lüzumlu olan ithalât ve yeknesak ihracat temini için eski Türk Ticaret Ofisine benzer fakat daha mütekâmil bir Alım Satım Kontuarı kuracağız. Bunun statüsü ha­ zırlanmaktadır. . Sermaye Milli Ko­ runmanın 150 milyonluk fonundan temin edilecektir. Bu müessese tica­ ret hayatında bir inkilâp ve ihtiyaç­ larımıza bir cevap teşkil edecektir. Bu suretle dağınıklığın zararlarından kurtulacağız. Fakat şurasını da te­ barüz ettireyim: Bu müessese nor­ mal ticaret hayatına kat'iyen sekte vermeyecektir".

pe cy

a

çıklanmış olan muameleyi muvazaa saymamakta mıdır? Başkan bu üç suali alâkalılara tev­ cih etti. Orhan Apaydın "evet" veya "hayır" diye cevap vermedi. İddiasına göre Metin Toker maksadı mah­ susla bu sualleri soruyordu ve Dr. Sarol hakkında yeni ithamlarda bu­ lunmak için cemin hazırlıyordu. Bun­ ların dâvayla alâkası yoktu., Metin Toker hakaret etmişti, mahkûm ol­ malıydı. O kadar. Onun için kendisi, Dr. Sarolun avukatı Orhan Apaydın bunlara cevap vermeyecekti. Savcı muavini Sami Çoşarcan da Suallerin cevaplarının dosyada bulunduğunu iddia ediyor Ve kendisine sorulana cevap vermeyi reddediyordu. Metin Toker bilhassa Oğuz Akal ile Dr. Sarol arasındaki münasebet-

Ahmed Apaydın Soy adı benzerliği

ler bahsinde ısrar edişisin sebebini bir defa daha açıkladı. Oğuz Akal hakkında Akis'te bir tek cümle çık­ mıştı: "Lisans almanın çok güç oldu­ ğu bir devirde Oğuz Akal ithalâtçılı­ ğa başlamak cüretini göstermiştir". Sanık şöyle dedi: "— Reis beyfendi, taktir edersiniz ki Dr. Sarolun başka işlerde de Oğuz Akal ile alâkası olması müda­ faam için çok mühimdir".

Duruşma sona ermişti. Müdahil vekili, Metin Tokerin müdafaa hak­ kına tecavüzde bulunduğunu yeni­ den iddia etti. Sanık, kendisini müdafaa için Dr. Sarola tecavüz ediyor­ du. Metin Toker bunun aslı olmadı­ ğını söyledi. Sahir Kurutluoğlu mü­ dafaa için mehil istedi. Duruşma 27 Eylül perşembe günü saat 14.30'a talik edildi. O gün Metin Toker son sözünü söyleyecek ve avukatıyla bir­ likte müdafaasını bizzat yapacaktı.

16

Millî Korunma Kanununun netice­ lerini ilgililerin birbirini kovalıyan demeçlerinde, boyuna değişen karar-

larında adım adım takip etmek müm­ kündü. Yukarıdaki sözler en çok bu bakımdan üzerinde durulması gere­ ken sözlerdi. Millî Korunma Kanununun bir sa­ vaş devresi kanunu olduğunu unutur görünen hükümet, sert tedbirlerle herşeyin halledileceğine inanmak iyimserliğinden kendini kurtaramamış tı. F a k a t sert tedbirlerin her şeye ka­ dir olduğu kabul edilse bile tatbikat­ çı kadrosunun imkânları göz önüne alınınca iyimser olmağa imkân kal­ mazdı. Narh tesbiti çok çetin bir iş­ ti. Narh olması gerekenin üstünde de bulunsa, altında da bulunsa neticele­ ri memnuniyet vermiyecekti. Olması gereken oldurmak ise. bizim imkân­ larımızla çok güçtü. Nitekim beledi­ yeler bu hususta çok büyük güçlük­ lerle karşı karşıya idiler. Ellerinde bilgili, yetişmiş eleman yoktu. Bunun neticeleri yer ver pek acı şekilde hissedilmeğe başlanmıştı. Gazetelerin verdiği bir habere göre vilâyet mer­ kezlerinden birinde bütün aşçı ve ke­ bapçılar, belediyece tesbit edilen nar­ hı düşük buldukları için, dükkânları­ nı kapamışlar ve bu durum suç sayıl­ dığından toptan tevkif edilmişlerdi. Gene bir başka habere göre İstanbulda bazı esnaf, tesbit edilen narh ile çalışmanın imkânsız hale geldiğini ileri sürerek ilgililere müracaata ka­ rar vermişlerdi. İşte Bakanın açıkla­ masına göre narh tesbiti işi Ankarada toplanınca bu aksaklıklar düzele­ cek, müstahsile asgarî Mr geçim se­ viyesi sağlanacaktı. Hükümet gene aşırı bir iyimserlik içinde idi. Bu ye­ ni teşebbüsün doğuracağı güçlükler hakkında hiçbir fikre sahip görünmü­ yordu. Belediyelerce yapılan fiat tes­ ­itlerindeki aksak noktaları bir gö­ rüşte anlayıp düzeltecek harika bir heyet kurmak mümkün olsa bile bu inceleme, tasdik ve belediyeye iade faaliyetinin alacağı zaman herhalde ticari faaliyeti kolaylaştıracak, teş­ vik edecek mahiyette bir şey olma­ yacaktı. İkinci karar ise Millî Korunma Ka­ nunu yeni şekli ile yürürlüğe girdiği sırada bazı çevrelerde uyanan endi­ şenin nekadar yerinde olduğunu bir kere daha gösteriyordu. Bir piyasa iktisadında iktisadî, ticari bütün fa­ aliyetleri şekillendiren unsur " k â r unsuru idi. Bir çiftçi mahsulünü kal­ dırırken o mahsulü satarak elde ede­ ceği kârı gözönünde tutardı. Bir tüc­ car müstahsil ile müstehlik arasında mutavassıt rolü oynarken düşün­ düğü şey alım fiatı ile satım fiatı arasındaki fark, yani kârdı. Kâr ol­ mayınca piyasa iktisadı olmazdı. Millî Korunma Kanununun yeni şekli bazı istihsal ve ticaret faaliyet­ lerinin getireceği kârı fazlaca azal­ tıyor. onları cazip olmaktan çıkarı­ yordu. Bu demekti ki b a n sahalarda istihsal azalacak, bazı faaliyetler du­ racaktı. O zaman bir tek yol kala­ caktı : Devletin parça parça bütün ik­ tisadî' faaliyeti kendi eline alması.. AKİS, 22 EYLÜL 1956

İKTİSADİ VE MALİ SAHADA

1 Numaralı Meselemiz: Yatırımlar Doğan AVCIOĞLU ok para, az istihsal.. Netice fiat kadar sağlam bir paradır. Buna yükselmeleri.. Son yılların he­ rağmen, iktisadi siyasetimizi Avrumen hemen bütün iktisadî tartış­ panın en geri kalmış memleketle­ maları, bu mevzu etrafında dön­ rinden biri olan Portekiz'e süre amektedir. Teşhis bu olduktan son­ yarlamaya kimin gönlü razı olur ra, tedavisi -hiç değilse kâğıt üze­ ki? rinde kaldıkça- basit bir muhasebe Evet, enflâsyon mutlaka önlen­ işi: Para ve mal sütunlarını denk­ meye çalışılması gereken bir musi­ leştirmek. Ve yakın vadede, istihsa­ bettir. Sosyal bakımdan zararları li arttırmak pek kolay olmadığın­ bir yana, iktisadi sahada da istih­ dan, iktisatçılarımızın gözleri para sal üzerinde çok kötü tesirleri ola­ hanesine çevrilmektedir: Kredi hac­ bilir. Bu bakımdan, fiat artışlarıyla mi daraltılmalıdır, hazinenin ve di­ mücadele etmek, öğülecek bir hare­ ğer iktisadi devlet teşekküllerinin kettir. Fakat bu esas meseleyi uMerkez Bankasından aldığı avans­ nutturmamalıdır. lar azaltılmalıdır, bütçe denk olma­ Türkiyemizin başlıca iktisadî me­ lıdır, hatta bütçe fazlaları çıkart­ selesi istihsali -ve bunu hızla- art­ manın yolları aranmalıdır ve saire.. tırmaktır. İstihsal, yatırımsız art­ Bu maksatla diğer tedbirler ya­ maz. İstihsal hanesini yükseltmek nında, yatırımların aşırı olduğunu istiyorsak yatırımları arttırmalıyız. ve kısılması gerektiğini iddia eden­ Tabiidir ki şu veya bu yatırımı de­ ler eksik değil... Hatta bazı iktisat ğil, memleket imkânlarına en uy­ yazarları, meseleyi tamamiyle me­ gun olanlarım.. kanik bir tarzda görmeye alıştılar: Yatırımların da. diğer masraflar Her hangi bir tedbir para ve kredi gibi enflâsyonist bir tesiri olacak­ hacmini arttırıyorsa mutlaka kötü, tır. Fakat bu yatırımların azaltıl­ azaltıyorsa mutlaka iyidir. masını arzulamak için kafi bir ma­ Velhasıl memlekette, bir enflas­ zeret teşkil eder mi? Memleketimizde, ziraatte ve di­ yon kompleksi hüküm sürmekte­ dir. Bunda, gayet tabii, şimdiye ğer sahalarda henüz kullanılmamış kadar takip edilen iktisadî siyase­ tabii kaynaklar ve bol iş gücü bu­ tin büyük bir payı oldu. Ayni za­ lundukça, orta çağdan tamamiyle manda istihlâkın, yatırımların ve alâkasını kesmiş bir Türkiye bütün müdafaa masraflarının arttırılmak aydınlarımızın ideali oldukça ve istenmesi ve gerekli mukabil ted­ demokrasinin daha iyi işleme im­ birlerin alınmaması böyle bir reaksi- kânlarını arttırmayı hepimiz iste­ yon doğurdu, gözleri muhasebe def­ dikçe nasıl yatırımlara dokunmayı terinin para hanesine çevirtti, mal düşünebiliriz? Bilmem hangi mali düşünce yatırımların azaltılmasını hanesi unutuldu.. haklı gösterebilir? Eğer memleketimiz diğer Batı Şu veya bu branşta yatırımların memleketlerinin hayat seviyesine erişmiş veya memleketin bütün yanlış veya doğru yöneltildiği, şu kaynaklanıl kullanmış, şehirlerde veya bu branşta fazla yatıran ya­ işsizlik kalkmış, köylerde bütün zi­ pılıp yapılmadığı, üzerinde hassasi­ raî imkânları tüketmiş olsaydık bu yetle durulacak bir meseledir ve bu unutkanlık, haklı sayılabilirdi. O çok mühim ve halli çok güç bir me­ zaman, gayet tabii ki, esas mesele, seledir. Fakat unumuz ve şekerimiz halen Batıda olduğu gibi, fiat artış mevcut oldukça, para bakımından bilmem hangi endişe, bizi helva ve düşüşlerini önlemek olurdu. Fakat, nüfusu hızla artan bir yapmaktan menedebilir? Hangi ik­ Türkiyede farzedelim mal hanesi­ tisat ve, maliye ilmi, bütçe endişe­ ne dokunmadan, fiat artışlarını leri ve enflâsyon kompleksi yüzün­ durdurmayı başardık. İstihsal ayni den, iş gücü ve kullanılmamış kay­ kaldığı veya nüfus çoğalışı, is­ naklar mevcutsa, yatırımların faz­ tihsalin normal artışından fazla ol­ la olduğunu iddia edebilir? Eğer iktisaden Batı memleketleri duğu takdirde adam başına düşen millî gelirin (istatistiklere göre ha­ gibi olmaya özeniyorsak, yatırımlar len 125 dolar) azalacağı aşikârdır.. da, gençlik için, Atatürk inkılâpla­ Genel olarak. Batıda harbin sonun - rı gibi "dokunulmaz" olmalıdır. Yadanberi millî gelirin az gelişmiş tırımların eksiltilmesi temayülü memleketlerinkinden daha hızlı art­ karşısında irticanın baş kaldırma tığı düşünülürse meselenin ne ka­ teşebbüslerinde gösterdiğimiz has­ sasiyeti göstermeliyiz. dar mühim olduğu anlaşılır. Malî değil, fizikî kaynaklarımızaEsasen, iktisadî siyaseti sadece enflâsyonu durdurmak ve kuvvetli göre hesaplanacak olan yatırımla­ bir paraya sahip olmak olan mem­ rın miktarı, iktisatçılarımız için bir leket misalleri mevcut.. Meselâ Por­ muta olmalıdır. Yatırımlara dokun­ tekiz.. Bu memlekette fiat değiş­ madan, enflâsyonla mücadele etme­ meleri nisbeten az olmuştur ve Por­ nin daha başka yolları çok şükür tekiz parası dolar ve İsviçre frank'ı mevcut..

pe cy

a

Ç

AKİS, 22 EYLÜL 1956

Bu takdirde bir maldan ne miktar istihsal edileceğini, nasıl istihsal edile ceğini, ne fiata satılacağını, hâsılatdan kimin ne kadar pay alacağını piyasa iktisadının kanunları değil doğrudan doğruya devletin iradesi tayin edecekti. İşte dış ticaret ehliyetinden bir kısmını devlet elinde toplamak hedefini güden yeni kanun bu yolda bir adım sayılıyordu. Yarın öbürgün daha başka kararların alınmayacağını, kollektif iktisat düzenine doğru yeni adımlar atılmayacağını hiç kimse temin edemezdi. Halbuki iktidardaki partinin programında iktisadi liberalizmin hakim olduğu henüz unutulmamış, C.H.P. devletçiliği D.P. muhalefeti yaylım ateşine uğrayan hedeflerin başlıcası idi. Rahmetli Recep Pekerin domates suyu fabrikasından bahsetmesi o zamanın muhalefetinin ağzında alay mevzuu olmuştu. Devlet fabrika işletir miydi ? Demokrat Parti bir iktidara geçsin, bütün devlet fabrikalarını fertlere satacaktı. Bu vaad şüphesiz, bir çok ağızın suyunu akıtmıştı. Hasretle beklenen gün gelip D.P. iktidar koltuğuna oturduktan sonra anlaşıldı ki, iktidasadi hayatı düzene sokmak muhalefette nutuk çekmek kadar kolay değil. "Yarını düşünmemek" sözü ile vasıflandırılabilecek bir iktisat setine ekonomimiz ancak iki sene dayanabildi. Ondan sonra hergün yeni güçlükler doğdu. D.P. katı programına hergün daha fazla lanet etmeğe başladı. İktisadî sahada yenilemeyen sıkıntılar iktidar partisinin siyasi liberalizmini de sildi süpürdü. Bazı malların kıtlığına karşı alınan tedbir, kıtlıktan bahsedenleri susturmak oldu. Son ayların olayları ise baştan sona ibret verici idi. Siyasî gelişmeler bir yana, iktisadî gelişmeler D.P. ye hiçbir zaman sempati beslememiş olanların bile tahmin edemeyeceği kadar menfi olmuştu. C.H.P. nin mutedil devletçiliğine şiddetle muhalefet edenlerin birgün en koyu bir devlet müdaheleciliğinin tatbikatçısı olacaklarını kim tahmin edebilirdi?

Süveyş Kanal ve Batı ekonomisi üveyş Kanalı hâdisesinin patlak vermesinden sonra birçok göz iktisat sahasına çevrilmişti. Başlıca iki sualin cevabı araştırılıyordu. Birinci sual doğrudan doğruya Mısırla alâkalıydı. Nasırı dize getirmek için sıcak silâh kullanmak bahsinde Batılılar kolay kolay birleşemeyecekleri için geriye soğuk harp silâhları kalıyordu. Bunların en tesirlisi de Mısıra karşı alınacak iktisadî ve mali müeyyidelerdi. "İktisadî savaştan korkmuyoruz. çünkü kendi kaynaklarımıza güveniyoruz" diyen Nasır, bu meydan okumasına rağmen Batılı devletlerin birlikte tatbik edecekleri iktisadî ve malî müeyyidelerin Nasırı ve diktatörünü çok zor durumda

S

İKTİSADİ VE MALİ SAHADA didini Batı Almanya da hissediyordu. Mark'ın satın alma gücünde düş­ me vardı. F a k a t istihsalin eski, hızı ile artmağa devam etmesi karşısın­ da felâketin yakın ve muhakkak olduğunu iddia etmek güçtü.

bırakabilirdi. İkinci sual ise Batılı devletlerle alâkalıydı. Süveyş Ka­ nalının kapatılması, veya kanaldan geçişin Nâsır'ın keyfine bırakılması Batılı milletlere tuzluya patlayacaktı. Pek yakın bir ihtimal olmamakla birlikte, sıcak harbin patlak vermesi de çok daha yıkıcı olacaktı. Görü­ nüyordu ki, cevapları araştırılan sualler Süveyş Kanalı meselesinin önümüzdeki aylarda göstereceği gelişmenin hem Mısırın hem de Batılıların iktisadî durumları üzerinde ne gibi tesirler yapacağı noktasında birleşiyordu.

bil fiatları artıyordu. Böyle bir du­ rumda alâkalılarca alınan önleyici tedbir kredileri kısmaktan ibaret kal­ mıştı, Gerçi' istihsal bilhassa çelik grevinden sonra, yavaşlamıştı. Fakat önümüzdeki aylarda durumun düze­ leceği tahmin ediliyordu. Çünkü bir­ çok sanayiciler teşebbüslerini geniş­ letmek için yatırım programları ha­ zırlamaktaydılar. İkinci Dünya Harbinin mağlûp devleti Almanya uğradığı kayıpları sür'atle telâfi etmek yolunu bulmuştu. 1947 - 48 yıllarında tam bir pe­ rişanlık içinde olan Batı Almanya ekonomisi süratle kalkınmıştı.. Geçen yıl Batıda başgösteren enflâsyon teh-

pe cy

Hür dünyanın belli başlı memleketlerinde yani Batı Avrupa ile Kuzey Amerikada enflasyon tehlikesi geçen yıl kendini hissettirmeğe başlamıştı. Tehlikenin vahimleşeceğini tahmin etmek kolay değildi. Çünkü bu memleketlerin çoğunda sınaî istihsal hızı azalmış da olsa, artmağa devam ediyordu. İstihsal hızını kesen sebebler kömür, çelik, bazı ham maddeler, işgücü gibi istihsal faaliyetine etki eden unsurların kıtlığı idi. İstihsal­ deki artış hızı yavaşladığı bir sırada talebin, yatırımlar, ücret artışları, devlet masrafları gibi sebeblerle, şiddetlenmesi neticesinde fiatlar yükselmeğe yüz tutumuştu. Fakat du­ rumu gören hükümetler hastalığı te­ davi edecek çarelere başvurmakta gecikmedikleri için enflasyon tehlikesinin tehdidi hafiflemişti. Bu hükümetlerin aklına gelen ilk tedbir fiatları dondurmak olmamıştı. Daha çok iktisadî mahiyette olan tedbirlerin yapılması tercih edilmişti. Bu tedbirler bir depresyon hali yaratmaktan yakınarak talebi kısmayı hedef tutuyordu. Amerika Birleşik Devletlerinde iyimser bir hava vardı. İktisadî durumun sağlamlığına güveniliyordu. Otomobil sanayiinde geçenlerde kendini gösteren buhran bu güveni sarsamamıştı. Meşhur çelik grevi de, enflasyoncu baskıyı artıracak neticeler vermiş olmasına rağmen, umumiyetle kötümser olmayı gerektirecek bir şey olarak kabul edilmiş değildi. Grev neticesinde işçi ücretleri ile bir­ ­­­­­ çelik fiatları da yükselmişti. Çelik fiatlarının yükselmesi, içinde çelik bulunan istihlâk maddelerinde kendini gösterecekti. Nitekim otomo-

Cemal Abdülnâsır İkinci bir Musaddık mı?

a

Süveyş hâdiselerinden önce Batı dünyasının iktisadî gidişi tam bir aakılcılıkla tarif edilecek durumda değildi. Yer yer kendini gösteren tehlike işaretleri karşısında bazı devlet adamlarının, bazı iktisatçıların telâşlanmalarına karşılık umumiyetle iyimser bir hava hüküm sürmekteydi. Çoğunluk, iktisadî vaziyet üzerinde titizlikle durmak lüzumunu hissetmiyordu. Çünkü iktisadî vaziyetin yakın bir gelecekte ani değişikliklere uğramıyacağını tahmin etmek için se­ bepler vardı. Ne zaman ki Mısır olayları patlak verdi, Batılı devletlerin sorumlu devlet adamları, iktisatçıları hep birden endişelenmeğe başladılar.

İngiltere epey endişeli günler ge­ çirmişti. İngiliz devlet adamlarını Kıbrıs gailesinden daha çok meşgul eden enflâsyon tehlikesi artık gittik­ çe uzak taşıyordu. Kredilerin kısılma­ sı bazı istihlâk maddelerinin satışı­ nın azalması neticesini vermişti. İh­ racat artıyordu. Dolar mevcutlarında hafif bir artış vardı. En büyük sıkın­ tı işgücünün azlığından, ücretlerin arttırılması isteğinden doğmaktaydı. Amerika Birleşik Devletleri, Batı Almanya ve İngilteredekinin tersine Fransada durum biraz daha ciddiydi. Bunun başlıca sebeblerinden biri: Ku­ zey Afrika harekâtı idi. Savaş hem devlet masraflarını artırıyor,, hem de istihsal faaliyetine katılabilecek bir miktar işgücünü bu faaliyetten alıkoyuyordu. Amerika Birleşik Devletle­ rinde olduğu gibi sadece kredileri kısmak tesirli bir çare olamazdı. Fi­ at yükselişini önlemek için hükümet malî muafiyetler, sübvansiyonlar, fiatların dondurulması gibi çarelere başvurmuştu. Şükredilecek taraf şu idi ki, Fransada da istihsal artmak­ ta idi. Elde mevcut döviz stokları da ihtiyaç hissedilen gıda maddelerinin ithaline imkân veriyordu. Hükümetin sıkı tutumu, doğrudan doğruya ikti­ sadî mahiyetteki tedbirler yanında daha çok psikolojik tesirleri bekle­ nilen sert tedbirlere başvurması, enf­ lâsyon korkusundan kurtulma yolun­ da ümit verici bir işaretti. İtalyada da fiatlar yükselme tema­ yülünde idi. Dünya pazarlarında ge­ cen yıl başı ham madde fiatlarının yükselmesi ve navlunlardaki artış İtalyan liretine tesir etmişti. Üste­ lik geçen kış şiddetti dondan müte­ essir olan bazı mahsûllerin fiatların­ da büyük bir yükselme görülmüştü. Meyve ve sebze gibi bazı yiyecek maddelerinde bu artış % 50 yi geçi­ yordu. Zeytin mahsûlünün iyi olma­ ması yağ istihsalini düşürmüştü. İtalyan hükümeti bu güçlükleri yen­ mek, başlanılan kalkınma hareketi­ ni devam ettirecek tedbirler almak zorundaydı. Kısacası Batı dünyasında azçok bir istikrar vardı. Refah, bazı istis­ nalarla, her yerde kendini gösteriyor­ du. Süveyş hâdiseleri bu muvazeneyi bozacak mıydı? Bu noktada endişeli olmak için bazı sebebler vardı. Nav­ lun hatlarındaki bir artış ve seyrü­ seferin aksaması zaten tehdit edici Unsurlar olarak görülüyorlardı. Ka­ nal idaresinin Nasırın keyfine tâbi olması Batı dünyasının içinde bulun­ duğu istikrarlı durumu sarsabilir, dünya ticaretini altüst edebilirdi. Önümüzdeki aylar, getirecekleri hâdi­ seler bakımından, merak ve korku ile beklenmeliydi. AKİS, 22 EYLÜL 1956

DÜNYADA Süveyş Eski hamam, eski tas

İ

BİTENLER

şak bir hal tarzı bulmaya zorluyor­ du. Mısırın kanala eski hukuki sta­ tüyü iade etmeyeceği anlaşılıyordu. İngiltere ve Fransa, kanalın mülki­ yetinin Mısıra ait olduğunu kabul etmekle beraber idaresinin milletlerarası bir teşkilâta verilmesini yeter bir teminat sayamazlar mıydı? İste Mısır Cumhurbaşkanı Nasırın Sü­ veyş Kanalı Kumpanyasını devletleş­ tirmek kararı üzerine İngiltere ve Fransa ile Mısır arasında patlak ve­ ren anlaşmazlık ve gerginliği gider­ mek maksadıyla Ağustos ayı orta­ larında Londrada toplanan milletler­ arası konferansta Birleşik Amerika­ nın elde etmek istediği netice buydu. Bilindiği gibi bu konferansa -24 devlet davet edilmiş, ancak 22 devlet katılmıştı. Mısır, konferansa kanal­ dan faydalanan bütün devletlerin çağrıldığını, bunun çok ufak ve da-

pe

cy a

ki aya yakın bir zamandanberi dünya siyaset sahnesinin en ön plâ­ nını işgal eden Süveyş Kanalı Kum­ panyasının devletleştirilmesi mese­ lesi, geçen haftanın sonunda da bir hal tarzına başlanmış olmaktan uzak bulunuyordu. Gene geçen haftaki ge­ lişmelere bakarak, bu meselenin da­ ha uzun bir müddet iyi veya kötü bir hal tarzına bağlanamayacağını söy­ lemek de yanlış olmayacaktı. Bilindiği gibi, Süveyş Kanalı Tem­ muz sonunda Albay Nasır tarafından devletleştirilmiş ve bu hareket, ilk gününden itibaren, İngiltere ve Fran­ sa'nın gerektiği takdirde silâhlı bir çatışmaya kadar varacağı anlaşılan sert tepkisiyle karşılaşmıştı. Geçen sayılarımızda da belirttiğimiz gibi. İngiliz ve Fransız ekonomileri geniş ölçüde Süveyş Kanalından geçen ge­ milerin taşıdığı Orta Doğu petrollerine bağlıydılar. Bundan . başka, İn­ giltere, Orta Doğu üstünlüğünü ken­ di dış politikasının temel taşı yap­ mıştı. Süveyş Kanalının idaresi ser­ mayesinin büyük bir kısmı kendi va­ tandaşlarının elinde bulunan kum­ panyada kaldıkça, İngiltere kanalın emin ellerde olduğuna, Orta Doğu üstünlüğünü korumak için gereke­ cek herhangi bir ekonomik veya askerî müdahale için kanaldan serbestçe ve korkusuzca faydalanabileceğine inanıyordu. Şimdi kanalın idaresi bir hamlede "sözüne ve dostluğuna güvenilmiyen" Nasırın eline geçince. İn­ giltere'nin Orta Doğu üstünlüğü hem emsalsiz bir darbeyi yiyor, hem de bu üstünlüğe ilerde gelecek benzer dar­ belere de kanal yoluyla ekonomik ve­ ya askeri müdahaleler yapmak im­ kânı da tehlikeye , düşüyordu. Fransaya gelince, Fransa Nasırın her ba­ şarısında Arap milliyetçiliğinin zafe­ rim görüyor ve bu başarıların Na­ sırı Kuzey Afrika mücahitlerinin de önderi yapmasından korkuyordu. Ce­ zayirli mücahitler, önderleri Batılı­ lara karşı zaferler kazandıkça cesa­ ret alırlar ve mücadelelerini daha da sertleştirirlerdi. Nasır'a indirilecek her darbe ise ancak Kuzey Afrika milliyetçilerinin gerilemesine varırdı. Bu bakımdan, ne bahasına olursa ol­ sun. Nasırın yaptıklarını yanında bı­ rakmamak gerekirdi.

OLUP

Amerika Süveyş Kanalı Kumpan­ yasının devletleştirilmesini İngiltere ve Fransa kadar sert tepkiyle kar­ şılamamıştı. Gerçi bu hareket İngil­ tere ve Fransadan ziyade doğrudan doğruya Amerika Birleşik Devletle­ rine meydan okumaktı ama, Eisen­ hower idaresi, yeni Başkanlık seçimlerinin arifesinde, işi harbe kadar gö­ türecek bir tutum takınamaz, seç­ menlerinin karşısına milletlerarası bir gerginliğin körükleyicisi olarak çıkamazdı. Bu bakımdan iki Batılı müttefikini de meseleye daha yumuAKİS, 22 EYLÜL 1956

Sir Anthony Eden

Yumruk

sıkan

centilmen

nışıklı bir konferans olduğunu ve ka­ nalın idaresinin milletlerarası bir teş­ kilâta bırakılmasının hiçbir zaman düşünülemeyeceğini ileri sürerek Londraya gelmeyeceğini bildirmişti. Çağrıldığı halde konferansa katılma­ yan diğer devlet de Yunanistan'dı. Konferans sırasında meselenin hal­ li için ileri sürülen tekliflerin en çok taraftar toplayanı Amerika Birleşik Devletlerinin teklifi olmuştu. Konfe­ ransın başından sonuna kadar Mısır'­ ın görüşlerini destekleyen Rusya, Hindistan, Seylân ve Endonezya tem­ silcileri, hariç olmak üzere diğer dev­ letler temsilcileri Mısırın kanal üze­ rindeki hükümranlık haklarım tanımak şartıyla kanalın idaresinin mil­ letlerarası bir teşkilâta bırakılmasını kabul ediyorlardı. Ancak konferansın başlangıcında çeşitli delegeler tara­

fından da belirtildiği gibi bu konfe­ ransın kesin bir karar almak ve bu kararı zorla Nasıra kabul ettirmeye selâhiyeti yoktu. Bu bakımdan, Na­ sır, Londrada varılan onyedili kararı kabule zorlanamazdı.. Olsa olsa bir temsilciler heyeti seçilir. Nasır bu heyetin arıcılığıyla alınan kararlar­ dan haberdar edilir ve kendisiyle, bu kararların çerçevesi içinde, müzake­ re zemini aranırdı. Nasır Londra Konferansına katılan devletlerin ço­ ğunluğu tarafından alınan bu kararı tanımaya yanaşmazsa, kanalın ida­ resinin milletlerarası bir teşkilâta bı­ rakılmasına razı olmazsa ne yapılacaktı ? Konferans sırasında kimse, böyle bir ihtimali derpiş etmeyi akıl etmemişti. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu na akıl etmemek de denemezdi. Mil­ letlerarası bir idare yolunu hiçbir za­ man kabul etmeyeceğini defalarca söyleyen Nasırın Londra kararını tam olarak kabul etmesini esasen hie kimse beklemiyordu. Ancak Na­ sırın bu kararı kesin olarak reddet­ mesi halinde tutulacak yol üzerinde Batılılar arasında bir fikir birliği ku­ rulamadığı için Birleşik Amerika ka­ dar İngiltere ve Fransa da Nasırın onyedili kararı kabul etmesini te­ menni ediyor ve aksi ihtimali akılla­ rına getirmeye bile cesaret edemiyorlardı. Nasır onyedilerin temsilci­ lerine kategorik bir red cevabı ve­ rirse Batılılar birbirlerine düşecekler, anlaşamayacaklardı. Nitekim, geçen hafta içinde, Na­ sırın onyedileri temsilen bu ayın baş­ larında Kahireye giden Menzies he­ yetine kanalın milletlerarası bir idare altına konulmasına karşı kesin bir red cevabı vermesi üzerine Batılılar az daha korktuklarına uğruyorlar, birbirine giriyorlardı. "Kanaldan faydalananlar birliği" enzies'in Nasır ile yaptığı görüş­ melerin başarısızlığa uğraması üzerine derhal Londrada bulunan İngiliz ve Fransız Başbakan ve Dış İş­ leri Bakanları, Eden ve Selwy Lloyd ile Mollet ve Pineau, hiç şüphe yok ki, yanlarında Amerika Birleşik Dev­ letleri Dışişleri Sekreteri Foster Dulles'ı da görmek isterlerdi. İngiliz ve Fransız devlet adamları Londrada, Süveyş meselesindeki Batı siyaseti­ nin bundan sonraki gelişmesini tesbit etmek maksadıyla buluşmuşlardı. Ancak bu Batı siyaseti Amerikanın desteği olduğu takdirde yürürdü. Bundan İngiltere ve Fransa da zerre kadar şüphe etmiyorlardı. Fakat ne çare ki Amerika Birleşik Devletleri bu görüşmelere fiilen katılmaya ya­ naşmıyor, sadece Süveyş meselesi­ nin barış yoluyla halli mevzuunda alınacak her karara iştirak ettiğini bildirmekle iktifa ediyordu.

M

Bu demekti ki Birleşik Amerika meselenin mutlaka barış yollarıyla halledilmesini arzulamaktaydı ve

19

DÜNYADA OLUP BİTENLER Londrada İngiliz ve Fransız devlet adamları meselenin kuvvet kullanma yoluyla halline karar verirlerse bu kararı benimsemeyecekti, Gerçekte, bu sırada, İngiliz ve Fransız devlet adamlarının da kuvvet kullanmaya mütemayil olmadıkları söylenemez­ di. Eğer Birleşik Amerika bu tema­ yülü destekler bir tavır takınsaydı, silâhlı bir çatışmanın patlak vermesi ihtimali uzak sayılamazdı. İkinci bir konferans ngiliz ve Fransız devlet adamları Süveyş çıkmazından kurtulmak için hal tarzları ararken ve Londrada toplanacak olan ikinci bir konferan­ sın hazırlıkları yapılırken Nasırın Kahireden yükselen sesi duyuldu. Mı­ sır Cumhurbaşkanına göre "Süveyş Kanalım Kullananlar Birliği" bir harp cemiyetiydi ve Mısırın bu yol­ daki bir teklifi kabul etmesine imkan yoktu. Nasır: Kanal Mısırındır ve oradan müsaademiz olmadan geç­ mek isteyecek gemileri durduraca­ ğız" diyordu. Her vesile ile İngiliz ve Fransızla­ ra çatan Nil diktatörü Mısırın kanal için dövüşmeye hazır olduğunu ilâve etmekten de zevk duyuyordu. Lond­ ra Konferansına mukabil Mısır tara­ fından tertiplenen konferansla alâ­ kalı davetlere şimdiye kadar 20 memleketten cevap gelmişti. Bu memleketler şunlardır: Rusya, Komünist Çin, Pakistan, Panama, Suriye, Ür­ dün, Endonezya, Afganistan, Sudan, Romanya, Polonya, Libya, Suudi Arabistan, Lübnan, Doğu Almanya, Çekoslovakya, Macaristan, Bulgaris­ tan, Hindistan ve Yugoslavya.. Bu suretle Doğu bloku ile Müslüman Arap devletlerin, desteğini elde etmiş görülen Nâsır'ın Batıya karşı tutu­ munda, inatçı tavırlarından vazgeç­ mesi beklenemezdi.

İstifanın sebebi akikaten Pakistan Başbakanı Muhammed Ali Meclisten güven oyu almadığı için istifa etmiş değil­ di. Muhammed Ali iktidarı devir al­ dığı günden bu yana sayısız başarı­ lar göstermiş, bütün Pakistanlılarla beraber Meclisin de kalbini kazan­ masını bilmişti. Ancak, son günler­ de Başbakanın mensup olduğu Müs­ lüman Birliği içinde bazı huzursuz­ luk alâmetleri başlamış bulunuyor­ du. Başlangıçta büyük emellerle Ku­ rulan Birlik içindeki anlaşmazlıklar,

H

pe

cy a

İ

rasındaki uçurumun her gün biraz daha arttığını görerek çekilmeyi ter­ cih eden bir Başbakanın bunları söyleyebilmek için olgun, çok olgun olması lâzımdı. Bu olgunluğu, de­ mokrasi yolunda büyük ilerlemeler yaptıklarını söyleyen değme hükü­ metlerin başbakanları gösteremezdi.

Pakistan Değişenler

eçen haftanın başında, Pakistan Cumhurbaşkanı İskender Mirza G bir mektup aldı. Bu mektup bir isti­

fanameydi ve Başbakan Muhammed Âli tarafından kaleme alınmıştı. Mektupta demokrasi bahsi üzerindede duruluyor ve şunlar söyleniyordu: "Eğer demokratik müesseselerin iyi işlemesi isteniyorsa, kanaatimce, memleketin idaresi Parlamentonun eline bırakılmalıdır. Parlamenter bir demokraside, memleketin idaresi ile vazifeli olanlar halkın Parlamentoya gönderdiği temsilcilerdir. Eğer Par­ lamentonun bu önderlik hakkı onun elinden alınarak Parlamento dışı elemanlarını şahsî veya kütlevî poli­ tikalarına alet edilmek istenirse. Anayasa ile kurulan demokratik mües­ seselerle bunların gene Anayasa ile teminat altına alınan işleyişlerinin hiçbir manası kalmaz." İtiraf etmek gerekirdi ki bir Baş­ bakanın, hem de Meclisten güven oyu aldığı halde Partisiyle kendi a-

20

Hüseyin Suhravardi Sırt

çeviriyor

birkaç aydanberi, saklanılmaz bir hal almıştı. Müslüman Birliği lider­ leri, Devletin kuruluşunda tarihi va­ zifelerini gerektiği gibi yerine getir dikten sonra, tutumlarını değiştir­ mişler ve sanki bu hizmetin karşılı­ ğını ister gibi, bütün idareyi kendi ellerine almak temayülünü göster­ mişlerdi. Bundan başka, gene kendi içlerinden çıkardıkları Başbakanın iç ve dış politikasını da beğenmez bir tavır takınıyorlardı. Pakistan'ın Bağdat Paktına katılması üzerinde muhaliflerle beraber iktidar koalis­ yonunun yükselttiği itiraz avazeleri hâlâ kulaklardaydı. Ancak, Devlete bağımsızlık ve hü­ kümranlığını kazandırdıktan sonra tu­ tum değiştirenler Birliğin üyeleri de­ ğil, Birlik içindeki muhtelif grupla­ rın liderleriydi. Liderlerin bu hareke­ tine kızan Birlik üyelerinin bir kıs­

mı, son zamanlarda, iktidar koalisyonundan ayrılarak "Cumhuriyetçi P a r t i " ismini taşıyan bir parti kurmuşlar ve muhalefete geçmişlerdi. Yeni muhalifler kabine üzerinde de baskı yapıyorlar ve Bakanları, Müslüman Birliği liderlerinin totaliter zihniyetlerine yardım eder görün­ mek istemiyorlarsa, istifaya davet ediyorlardı. "Cumhuriyetçi" lerin bu baskı ve ısrarları boşa gitmemiş ve bundan birkaç hafta kadar önce, Muhammed Ali kabinesindeki bakan­ lardan çoğu istifa ederek yeni par­ tiye katılmışlardı. Kendisi gibi düşünenlerin Birlikten ayrılması üzerine Muhammed Ali de zor duruma düşmüştü. Esasen Müslüman Birliği liderleriyle tam bir an­ laşma halinde bulunmıyan Başbakan, demokratik idealleri benimsemiş görünen "Cumhuriyetçi Parti" ye içten bir yakınlık duyuyordu. Ancak ne olursa olsun kendisini Başbakan­ lığa kadar yükseltmiş bir topluluğu da birden bırakamaz, bir kalemde eski partisi ile bütün bağlarını kesemezdi. Onun için yapılacak bir şey kalıyordu: Partisini bir toplantıya çağırmak ve onu diğer liderlerle kendisi arasında bir tercih yapmaya davet etmek. İstifa mektubunda da belirttiği gibi, Muhammed Ali, Müslüman Birliğini toplantıya çağırmak kararını Birliğin Millî Meclisteki temsilcilerinin başkanı olmak sıfatiyle ve bu sıfatın verdiği yetkiyle alıyordu. Muhammed Ali. gene aynı sıfat ve yetkilere dayanarak toplantının tarihini 27 Ağustos, toplantı yerini de Karaşi olarak seçmişti. Bu toplan­ tıya Birliğin bütün üyelerinin, bu arada Millî Meclisteki koalisyon lider­ lerinin de katılması beklenirdi. An­ cak beklenilenler gerçekleşmemiş ve Millî Meclisteki Birlik liderlerinden bazıları bile bile, Karaşi'ye gelmek­ ten kaçınmışlardı. Muhammed Ali, istifa mektubun­ da, "bunun üzerine, diyordu. Birlik liderlerinden bir kısmının vatana yapmak istediğim hizmetlere engel olmaya kararlı bulunduklarım anla­ dım. Daha sonra, Pakistan'ın istiklâlini kazandığı günün yıldönümün­ de tertip edilen resmî ve kutsal merasimde hakkımda çıkarılan söylentiler de, bazı Müslüman Birliği li­ derlerinin kendi şahsî emelleri uğruna milletin prestijini feda etmeye na­ sıl hazır olduklarını gösterdi. Ha­ tırlarda olduğu üzere, Müslüman Birliği ileri gelenlerinden bazıları, Pa­ kistan'ın istiklâl bayramı gününde, Muhammed Ali'yi vatanı yabancılara satmakla itham etmişlerdi. Muhammed Ali, mektubuna, "ak­ lı selim sahibi kimselerin eninde sonunda bu gibilere gerekli dersi vereceğini düşünerek bir müddet sus­ tum. Ancak şahsıma yöneltilen hü­ cumlar, gün geçtikçe azalacağına şiddetleniyor ve Müslüman Birliği içinde kalmam gün geçtikçe zorlaşı­ yordu. 27 Ağustosta yapılan toplantıda Birlik üyelerinin çoğunluğu, MilAKİS, 22 EYLÜL 1956

DÜNYADA OLUP BİTENLER zihnini en ziyade meşgul eden soru­ lardan biri de buydu. Geçen perşem­ be günü yaptığı bir konuşmada, Suh­ ravardî bu soruyu şöyle cevaplandı­ rıyordu: "Pakistan, Batıklarla olan anlaşmalarına sadık kalacak, fakat dış siyasetine müstakil bir istikamet verecektir".

Yeni Başbakan ve politikası uhammed Ali'nin istifası Pakis­ tan'da olduğu kadar Pakistan'ın dostlarında da teessür uyandırıyordu. Bilhassa Londra, Britanya Devletler topluluğu içinde bulunan Pakistan'ın şu sıralarda böyle kıymetli bir devlet adamının hizmetinden uzak kalmasını endişeyle karşıladığını daha ilk günden belirtmekten kendini alakoyamamıştı. Gene Londrada, bu istifanın, Muhammed Ali'nin siyasî hayatının sonu değil, fakat bundan sonra ve başka saf­ larda yapacağı hizmetlerin baş­ langıcı olması temenni ediliyordu.

Suhravardî, bu konuşmasında, Pa­ kistan'ı yalnız Batılılara tâbi bir memleket olmaktan - kurtaracağını açıkça belirtmiş ve "Pakistan'ı me­ deni memleketler seviyesine en kısa yoldan ulaştırmak niyetindeyim. Bu itibarla ne taraftan gelirse gelsin her yardımı iyi karşılayacağım" de­ mişti. Bu sözler, Pakistan dış politikası­ nın değişeceğini, yeni bir safhaya gireceğini bütün açıklığıyla gösteri­ yordu. Bu safhada Pakistan, medeni memleketlerin seviyesine en kısa yol­ dan ulaşabilmek için, ne taraftan gelirse gelsin, her yardımı kabul edecekti. Yani Pakistan, iç politika endişeleriyle, Arap-Asya devletleri gibi, Mısır, Suriye, Hindistan, Bir­ manya, Seylan, Endonezya, vs... gi­ bi-, iki taraflı kesen çok tehlikeli bir kılıcın altına yatmaya razı ola­ cak, talihini bir müddet de Arap-As­ ya devletlerinin "tarasızlığa karşılık çok taraflı yardım" politikasında de­ meyecekti.

M

Bu hakikaten çok tehlikeli bir po­ litika oyunuydu. Bu oyunu oynamak için büyük ustalık isterdi. Günümüz politikacılarından pek azı böyle bir ustalığa sahip görünüyorlardı. İşteMısır, bu mevzudaki en son ve en dikkate değer örnekti. Nasır hem Rusya'dan, hem de Birleşik Ameri­ ka'dan yardım koparmak isterken, eldeki bulgurdan da olmuştu. Bugün dütnyayı meşgul eden en büyük an­ laşmazlık, Süveyş kanalı anlaşmaz­ lığı, Nâsır'ın bu oyunu becerememe-

pe cy

Pakistanlılara gelince, Pakistanlı­ ların büyük kısmı eski Başbakanla­ rının hiç yerinden kımıldamamış ol­ masını elbette tercih ederlerdi. Cum­ hurbaşkanı İskender Mirza, Muham­ med Ali'nin istifa mektubunu alır almaz Başbakanı yanına çağırmış ve kendisinden, istifa etmeden önce, bi­ raz daha düşünmesini istemişti. An­ cak Muhammed Ali'nin kararı kesin­ di. İstifasını esasen uzun uzadıya dü­ şündükten sonra vermişti. Şimdi, Cumhurbaşkanına, yeni bir Başba­ kan seçmek düşüyordu. Yeni Başbakan kim olacaktı? Müslüman Birliği birbirine düşmüş­ tü. Kuvvetli temsilcilerinden büyük bir kısmının "Cumhuriyetçi Parti"yi kurmaları üzerine, Birlik içinden çı­ kacak bir Başbakan adayının sırf bu birliğe dayanarak Meclis çoğunluğu­ nu toplayabilmesi çok şüpheli olmuş­ tu. "Cumhuriyetçi"ler, hiç şüphesiz, böyle bir adaya güven oyu vermek­ ten kaçınacaklardı. Durum böyle olunca yeni Başbakanı başka parti­ lerden seçmek gerekiyordu. Başka partiler liderlerinden en kuvvetlisi de, Avami Partisinin lideri Hüseyin Suhravardi idi. Şu halde bundan böy­ le, Pakistan Başbakanı Hüseyin S u h r a v a r d i olacaktı.

a

li Meclis çoğunluğunun büyük kısmı, bana itimad ettiklerini bildirmişler­ di. Bu durum karşısında, normal olarak, Başbakanlığı bırakmamam gerekirdi. Ancak Müslüman Birliğin­ den ayrıldıktan sonra, bu vazifeden de ayrılmayı şeref borcu saydım" di­ ye devam ediyordu.

sinden çıkmış ve Mısırlı politikacının acemiliği yalnız Mısır'a değil, bütün dünyaya pahalıya mal olmak tehlikesini doğurmuştu. Aynı oyunu oynamak isteyen Nehru da, şimdiye kadar, umduğunu her iki bloktan da elde etmiş değildi. Tito... İşte bir tek Tito'nun bu oyunu iyi oynadığı söy­ lenebilirdi. Ancak Suhravardî Tito kudretinde bir devlet adamı, Pakistan her iki blok için de Yugoslavya öneminde bir devlet olabilir miydi? Bu suali "Evet" diye cevaplandırmak çok güçtü. Hafta içinde Karaşiden gelen ha­ berlere göre, yeni Başvekil Suhravardinin Pakistanın Bağdat Paktın­ dan çekileceğine dair olan beyanat batılılar tarafından büyük bir hayretle karşılanmış bulunuyordu. Bu bakımdan Suhravardi dediği gibi davranırsa, Pakistanın güç durumlara düşmesi uzak olmıyacaktı. Bereket versin ki bir yandan bunları söyleyen, yeni Pakistan Başba­ kanı, diğer yandan da en kısa za­ manda genel seçimlere gitmeyi dü­ şündüğünü unutmuyordu. Pakistan­ lılar, bu seçimlerde, hangi tarafa hak verdiklerini açıklıyacaklardı Pakistan işçilerini yakından takip eden siyasî yorumcuların belirttikle rine göre, Pakistanlıların büyük ço­ ğunluğu Batılılardan yana bulunuyordu. Bu seçimlerde aklı selimin galebe çalıp tehlikeli oyuna son ve receğine kimsenin şüphesi yoktu. Bu bakımdan, Muhammed Ali'nin istifasından sonra, bütün gözler yeni kabineden ziyade önümüzdeki baharda yapılması beklenen yeni seçimlere çevrilmişti. Bu seçimlerin Batı dostu partilerin bilhassa Müslü­ man Birliğinden ayrılan aklı selin sahibi siyaset adamlarının galibiye tiyle neticelenmesi beklenebilirdi

Suhravardi, o zamana kadar, Ba­ tı düşmanı olmamakla beraber daha ziyade Arap-Âsya devletlerinin dos­ tu olmakla tanınmıştı. Pakistan, Bağdat Paktı içinde yer aldığı gün­ lerde Suhravardi, Bağdat Paktına karşı olmadığını belirtmekten geri durmadan, Pakistan'ın yerinin Arap-Asya devletleri safında olduğunu ileri sürüyordu. Muhammed Ali'nin son Londra Konferansı sırasındaki tutumunu tesvib ettiği de söylene­ mezdi. Suhravardî ve onun gibi dü­ şünenlere göre Pakistan, Londra konferansında, kayıtsız şartsız Mı­ sırın tarafını tutmalıydı. Bu cinsten düşüncelere sahib olan yeni Başbakan, Pakistan'ın dış po­ litikasına yeni değişiklikler getirecek miydi ? Geçen hafta dünya efkârının AKİS, 22 EYLÜL 1956

21

K İ T A P L A R CEZA HÜKÜMLERİNİ HAVİ TAM METİNLİ HUSUSİ KANUNLAR (Hazırlayanlar: Kemal Bora, Baha Soysal, Payende Bora, Mukadder Soysal, Semiha Köksel, Fahrettin Örgün, Adil Galatalı. Son Havadis Matbaası, Ankara 1956. 952 sayfa, 25 lira). üyük Millet Meclisinin kuruldu­ ğu talihten bu yana çıkan kanun­ ların 7 bine yaklaştığı ve kanun hük­ mündeki nizamnamelerin fazlalığı düşünülürse, tatbikatçıların vazifele­ rini ifa sırasında mevzuatı takip ba­ kımından karşılaştıkları güçlükler kendiliğinden ortaya çıkar. "Ceza Hükümlerini Havi Tam Metinli Hu­ susi Kanunlar" bu çeşit güçlüklerle karşı karşıya kalan tatbikatçıların emniyetle faydalanabilecekleri bir eserdir. Sabırlı bir tetkikin mahsulü olan bu eserin ikindi cildi de, satışa çıkarılmış bulunmaktadır. İlk cild Büyük Millet Meclisinin bazı tefsirlerini, eski devirlerden in­ tikal eden hususi kanun ve nizam­ ları, B.M.M. nin kurulduğu tarihten 1955 yılının sonuna kadar intişar eden ve halen yürürlükte olan ceza hükümlerini havi bütün hususî ka­ nunları, kanun hükmündeki nizam­ nameleri yargıtay tevhid-i içtihat kararlarından seçilen örnekleri. Ada­ let Bakanlığının ehemmiyetli tamim­ lerini, kanunların veya maddelerin birbiriyle olan ilişiklerine' ait izah­ ları alfabetik bir sırayla ihtiva et­ mekte ve 888 sayfalık bu cilt "F" harfiyle başlıyan kanunları da içine alarak sona ermekteydi. Şimdi eli­ mizde bulunan ikinci cilt ise "G" harfiyle başlamakta ve "L" harf in­ deki Limanlar kanunuyla son bul­ maktadır. Fiatı 25 lira olan bu ciltte Güm­ rük Kanunu, Gayri Menkul Kiraları hakkında Kanun, Hakimler Kanunu, Harcirah Kanunu, Harçlar Kanunu, Havvanlar Vergisi Kanunu, Hıyaneti Vataniye Kanünu, İcra ve İflâs Ka­ nunu. İçtimaatı Umumiye Kanunu, İş Kanunu, Jandarma Kanunu, Ka­ çakçılığın Men ve Takibine dair ka­ nun, Trafik Kanunu, Köy Kanunu, Limanlar Kanunu yer almaktadır. Yalnız bu kanunlardan bazıları ha­ tırlanacağı gibi Büyük Millet Mecli­ sinin son döneminde ya yeni baştan tadil ve tanzim edilmiş, ya da yeni maddeler ilâvesiyle yepyeni bir ruh ve mana kazanmışlardır. Meselâ "İçtimaatı Umumiye Kanunu" ilga edil­ miş yerine kaim olmak üzere "Top­ lantı ve Gösteri Yürüyüşleri Hakkın­ daki Kanun" çıkartılmıştır. "Kaçak­ çılığın Men ve Takibine Dair Kanun"a yeni maddeler eklenmiştir. "Gayri Menkul Kiralar Hakkındaki Kanun" ise söylentilere göre değişti­ rilmek üzeredir. "Ceza Hükümlerini Havi Tam Metinli Hususi Kanunlar" ise ana hatlarıyla 1955 sonları ile 1956 başlarında hazırlandığı için bu

BONJOUR TRISTESSE ve ACI TEBESSÜM (Frvançoise Sagan'ın iki romanı. Çeviren: Enver Esenkova. Günün Ki­ tapları Serisi, Türkiye Yayınevi. İs­ tanbul. 1956. 178 sayfa, 350 kuruş). ransada ilkin 5 bin basılan ve alıcı bulamıyacağı sanılan "Bonjour Tristesse" üç ay içinde 100 bin baskı daha yaptı. Amerikada bugü­ ne kadar 1.800.000 nüsha satıldı "Acı Tebessüm — Un Certain Sourire" ise 400 bin adet basılıp satıldı. Françoise Sagan'ın bu iki romanı Fransa ve Amerikadan başka İngil­ tere, Almanya, İsveç, İtalya ve Da­ nimarka'da da basıldı ve böylece bu iki. kitabın baskı yekûnu 3 milyonu geçti. Françoise Sagan - hakiki adıyla Quoirez-, 1935 yılında Fransanın Lotte eyaletinde küçük bir kasaba­ da doğmuş ve 1939 harbinde Lyon'a götürülmüştü. 1944 de Alman işga­ linin sona ermesinden sonra da Pa­ ris'e dönmüştü. Tahsilini "Sör"lerin okullarında yapmıştı. Ama ne tah­ sil., Bir kaç defa cezalı olarak mek­ tepten kovulmuş, 1951-52 devresinde güç halle olgunluk imtihanlarım vermişti. 1953 de Sorbonne'a girmiş, fakat birinci yılın sonunda imtihan­ larını verememişti. Yaz ayları boyunca derslerine çalışacağına oturup Bonjour Tristesse romanını yazma­ ğa başlamış, temmuzda başladığı romanını ağustosta bitirmişti. Romanını ilk önce hiç bir tabi basmak istememiş, 19 yaşında tembel bir Sorbonne felsefe talebesinin kaprisi diye karşılamıştı. Ama Fran­ çoise Sagan israr etmiş, kapı kapı dolaşmış ve nihayet kitabını bastırtmaya muvaffak olmuştu. "Bonjour Tristesse" önce Fransa için çok dü­ şük addedilebilecek bir sayıda, sa­ dece 5 bin tane, basılmıştı. Fakat yayınlandıktan sonra o kadar alâka topladı ki, üç aya varmadan yeni yeni baskılar yapmak icap etti ve romanın tirajı 100 bine yükseliverdi. "Bonjour Tristesse" adeta kapışılı­ yordu. Münekkitler başlangıçta "Bonjour Tristesse"i alayla karşılamışlar, "19 yaşında bir kızın deli saçmaları" diye dudak bükmüşlerdi. Fakat kitap halk tarafından baştacı edilince, münek­ kit beyler de eserin değerim kabul zorunda kalmışlardı. Fakat gebe de roman için "edebiyat âleminde şöyle parlayıp geçiverecek bir kuyruklu yıldız" demekten kendilerini alakoyamamışlardı.

F

pe cy a

B

değişikliklere yer verememektedir. Eseri hazırlıyanların son cildi çı­ karmadan önce bu hususu da düşün­ meleri ve elimize noksansız bir reh­ ber vermeleri şüphesiz ki, mesaileri­ nin değerini çok daha arttıracaktır.

22

Fakat parlayıp geçecek denen "Kuyruklu yıldız" daha yayınlandığı yıl Fransanın en büyük edebiyat mü­ kâfatlarından biri olan "Münekkit­ ler Mükâfatı"nı almıştı. Aradan bir yıl geçmeden de Sagan, ikinci romanı "Un Certain Sourire"i yayınlamış, Fransız edebiyatının se­ malarında şöyle bir parlayıp geçen yıldız olmadığını, yeni yeni ederler verebileceğini göstermişti. Françoise Sagan, zengin bir sana­ yicinin kıtaydı. Halen 21 yaşında olan Sagan'ın romanları hemen bütün dünya dillerine çevrilmiş, kitapları­ nın sağladığı gelir ona lüks bir vil­ la, lüks bir otomobil ve bir milyon liraya yakın nakit para temin etmiş­ ti. Sagan'ın romanlarında yaşattığı tipler biraz kendi hayatına uyar. Sa­ ­an, İkinci Dünya Harbi sonrası ço­ cuğudur. Dünya görüşü, pek çok Fransız gencinin görüşüne benzer. Yani harp yılları içinde gelişen ve bütün Fransa aydın gençliğini saran, peşinden sürükleyen ve bugün dün­ yaya da yayılmış olan ekzistansiyalizm cereyanına Sagan da yabancı kalmamıştır. Akılcı felsefe anlayışına karşı gelen bu dünya görüşü, insan varlığıni dünya ve cemiyet içinde kendi emrinde bir kendine dönüş olarak mütalâa eder. Buna göre, insan varlığı evrensel prensiplerden uzak­ laşan kendi çevresinde, yalnız kendi çevresinde ve kendisi için bir mâna ifade etmektedir. Bu mâna ise insa­ na dayanan bir mâna değildir. Zira insan daima geleneğe özenen bomboş bir varlıktır. Kendisini ancak var ol­ duğu anın yaşanmasında bulur. İşte Françoise Sagan her iki ro­ manında da aşkı-bu felsefenin ışığı al tında- inceler. Onun derinliklerine iner. Bu işte öylesine muvaffak olur ki kendisini geçen asrın klasikleşmiş aşk romanları yazarlarıyla karşılaş­ tırabilirsiniz. Her iki roman da, tabiî bir melan­ koli iklimi içinde geçer. Her iki ro­ man da keder ve bedbahtlık havası içinde sona erer. "Bonjour Tristesse"de birisi 40. di­ ğeri 17 yaşında, hafifmeşrep, hayatı yalnız macera olarak anlamış bir baba-kız ile günlük hayatı cazip, 'dünya görüşü "eğlenelim" felsefesine daya­ nan hafifmeşrep bir genç dul arasın­ da tatlı şekilde sürüp giden bir hayata giren, herşeyi alt üst eden ağır başlı, temkinli bir kadının çıkagelmesi ve bu dörtlü hayatın tatsız tuz­ suz sürüşünün hikâyesi anlatılır. 17 yaşındaki genç kızın hayatına hüzün gelmiş oturmuştur. İşte roman da adını buradan almıştır. "Un Certain Sourire" Enver Esenkova tarafından "Acı Tebessüm" adıyla dilimize çevrilmiş olup 18 ya­ şında ve Sorbonne talebesi bir genç kızla akranı olan aşığının arasına gi­ ren evli bir amcanın hikâyesidir. Ol­ sun yaştaki amca genç kızı önce ye­ ğeninin elinden koparır alır, onun yeknesak hayatını aydınlatır, aşkı tanıtır ve sonra da bu hayatı alt üst eder gider. Genç kızın kalbindeki hüznün yerini bir acı ve keder almış­ tır. AKİS, 22 EYLÜL 1956

A

D

Aile

Hürriyeti seçen bir koca

uzun uzun çaldı. Tanınmış T elefon gazeteci Paul Gallico, yatağında

N

caktım. Maamafih dur.. Telefon etti­ ğine çok iyi etmişsin. Sakın yarın çıkacak olan makalemi okumadan, karından ayrılmaya kalkma..". Gazeteci telefonu kapadı. Bir an hareketsiz etrafı dinledi. Evde "çıt yoktu. "Hayret diyordu, vaktile çalışabilmek için evde tam bir sessizlik arar, bu yüzden karıma etmediğimi bırakmazdım. Halbuki şimdi bu de­ liksiz sessizlik çalışmama mani olu­ yor.. Canım evden kaçmak, gezmek istiyor". Fakat büyük bir gayret sarfetti. Çalışma odasının kapısını açtı ve makinasının başına oturarak derhal şu kelimeleri yazdı: "Evli olduğunu­ za şükrediniz!".

pe cy

şöyle bir doğruldu, bekledi. Şimdi sanki karısı aşağı kattan yukarıya çıkacak, süratli fakat hafif adımlar­ la telefon odasına koşacaktı. Paul Gallico hemen aynı anda onun neza­ ketle konuşan sesini duyacaktı: "Af­ federsiniz, kocam çok yorgun, uyu­ yor. Acaba yarım saat sonra tekrar arıyabilir misiniz?." Sonra telefon kapanacak, kadın ayaklarının ucuna basarak merdivenlerden inecekti ve "Paul Gallico" mütebessim, istirahatine devam edecekti. F a k a t evde en ufak bir hareket yoktu. Gazetecinin artık çok iyi tanıdığı ağır bir sükut her yeri kapla­ mıştı. Ne ayak sesleri duyuldu, ne de kimse telefon açtı. Paul Gallico'ya gelince, birden yerinden fırladı. Hiç olmazsa şu telefonun ucundaki sesi yakalıyabilseydi.. Sesi yakaladı. Bu Gallico'nun çok eski bir dostu idi. Uzun bir seyahatten memlekete dö­ nüyordu. "— Yahu, diyordu. Neler işittim? 14 senelik bir evlilikten sora cidden karından ayrılabildin m i ? . " Paul Gallico, mahcup: "Evet, diye kekeledi. Evet, karımdan ayrıldım, yalnızım". F a k a t telefonun ucundaki ses, hiç ta üzülmüşe benzemiyordu. Bol bir kahkaha duyuldu: "— Seni tebrik ederim dostum. Cidden sana gıpta ediyorum. Artık hürsün değil mi? İstediğin yere gi­ der, istediğin saatte dönersin. Yarabbi bu ne saadet!". Paul Gallico geniş bir nefes aldı ve: "— Allaha şükür, sen beni anlıyor­ sun, dedi. Boşanma taziyetlerinden artık usandım da.. Evet istediğim sa­ atte eve dönüyorum. İstediğim ye­ mekleri ve yalnız istediklerimi yiyo­ rum, hem de istediğim saatte.. Oh Yarabbi! Dırıltı kesildi. İstediğim za­ man, istediğim gibi seyahat edebiliyorum. Eve köpek, kedi bile alabili­ rim. Hatta istersem sigaramın kü­ lünü halının üstüne silkeleyebilirim." "— Oh, oh!" " — N e dedin?" "— Oh! Ne güzel, dedim. Kim bi­ lir ne mesutsun ? Paul Gallico birden durdu, heye­ canlı ve telâşlı bir sesle: "— Bana bak, diye sordu. Yoksa senin de kötü bir niyetin mi v a r ? " "— Kötü olur mu? İyi bir niyet.. Evlilikten o derece bunaldım ki.." Paul Gallico bütün neş'esini kay­ betmişti. "— Şu halde sana hakikati söyle­ mek mecburiyetindeyim, dedi. Şu de­ min bahsettiğim hürriyet yok m u ? Cidden beş para etmez. Hem biliyor musun; şu anda karım evde olsay­ dı ben yatağımda mışıl mışıl uyuya-

I

a

K

AKİS,

22

EYLÜL

1956

Yalnız adam

Denize düşen...

Bu, yazının başlığı idi. Paul Gal­ lico, bir an durdu. İtirafnamesine im­ za atarken acaba bir pişmanlık du­ yacak mıydı?. "Adam sen de!." dedi. doğru bildiğini yazmak onun vazife siydi. Zaten artık makinenin üstün­ de uçan parmaklarını durdurmak onun elinde değildi ki! Evlilik bağ­ larının eksikliği, bilhassa orta yaşta insana saadetten ziyâde sukutu ha­ yal ve bedbinlik getiriyordu. Dünya­ da hiçbir şey, boş bir evin sessizliği kadar insana sükûtun hacmini his­ settiremezdi. Anahtar deliğinde dö­ nen anahtarın sesine, beklenilen bir başka ses cevap vermediği anda yalnızlık ve sessizlik birbirine sarı­ lır ve kapıdan içeriye giren adamı kucaklardı. Ancak o zaman anlaşılır­ dı ki ne bir kedi miyavlaması, ne bir köpek havlaması bir insan sesinin yerini tutabilirdi. Çok huysuz ve

kıskanç bir erkeğin, senelerce kahrı­ nı çektikten sonra nihayet ondan ay­ rılmış olan ve kendisini pek mesut addeden, bir kadın vardı. Sokaktan eve gelir gelmez, ilk işi, şapkasını ve eldivenlerini çıkarmadan televizyona koşarak düğmeyi çevirmek ve evi sesle doldurmaktı. Boşanmış kimselerin bir otelde ve­ ya pansiyonda kalmaları da meseleyi hiçbir surette halledemezdi. Çünkü insanın yalnız başına odasına gide­ ceği an ergeç gelecekti. Evet, insan nerede olursa olsun, ne kadar eğle­ nirse eğlensin ergeç yalnız odasına dönecekti ve hiçbir ses ona: "— Sen misin canım?" demiyecek hatta en fena ihtimalle: "— Kuzum bu saatte, nereden ge­ liyorsun?" diye çıkışmıyacaktı. O saatten itibaren artık kimse sizin mukadderatınızla ilgili değildi. Erkek de olsanız, kadın da olsanız artık yalnızdınız, eşsiz ve tektiniz. Bir baş­ ka insanın ilk düşüncesi olmaktan çıkmıştınız. Hasta veya sıhhatli olu­ şunuz, saadetiniz veya bedbahtlığı­ nız, hatta yaşamama artık ancak, mevcutsa akrabalarınızı ve belki bir dereceye kadar, dostlarınızı alâkadar ederdi. Ama bütün bu insanların da, gene sizden çok daha yakın bir kimseleri vardı. Kadınlar için vaziyet büsbütün fe­ na idi. Onlar bu yalnızlığı yalnız ev­ de değil, sokakta ve cemiyet hayatında daima hissedeceklerdi. Bir kadı­ nın kavalyesiz gidebileceği yerler en ileri memleketlerde- bile mahduttu. En ileri memleketlerde bile yalnız ka­ dınlar yalnız erkeklerden daha az davet edilir, aranırdı. Sebep, muhte­ melen dul kadınların etraf ta uyandı­ racakları kıskançlıktı. Boşanmanın ilk aylarında eşi dos­ tu tarafından sık sık aranan ve bol bol davet edilen bir erkek zanneder­ di ki, dostlar terkedilen kadının yeri­ ni tutabilecektir. F a k a t öyle bir an gelirdi ki başkalarının saadetinden ve güleryüzlülüğünden istifade et­ mek durumuna düşer ve yalnızlığını büsbütün anlardı. Alışkanlık üyük aşk daima ölebilirdi. Fakat alışkanlık kolay kolay kaybol­ mazdı. İşte izdivacın kerameti deni­ len şey buydu. Yeni bir aşk yalnızca yeni alışkanlıklar yaratmaya yarıyan birşeydi ve ekseri boşanmış erkek veya kadınlar çok eski alışkanlıkla­ rını yenilerine tercih ederlerdi.

B

Aranan tatsızlıklar vliler arasında en mânâsız müna­ kaşalara şahit olunurdu. Bazan görülecek bir film yüzünden karıkoca anlaşmazlığa düşer ve kavga ederlerdi. Bazan yaz tatilini geçirmek üzere evlerde yapılan projeler iki üç ay sürer ve münakaşalara sebebiyet verirdi. Öyle evler vardı ki. karıkocalar birbirlerinin takacağı kravata veya eşarba karışırlardı. Bunlar, ha­ kikaten evliliğin tatsız tarafları idi. Fakat boşanmış bir kimsenin, has­ retle bu tatsızlıkları aradığı da çok defa görülürdü. Herzaman istediği yere gitmek insanı tatmin etmiyordu

E

23

KADIN ve kararsızlığa, sıkıntıya sevkediyordu. Evet eşinden ayrılmış bir kadın veya erkek o gece isterse revüye gi­ debilir, isterse konser dinler, isterse yatıp uyurdu. Ama hiçbir itiraz, hiç­ bir münakaşa mevzuu olmadıkça ya­ pılan şevlerin de pek zevki kalmıyor­ du. Yaz tatilinin projesini kurmak, yaz tatiline gitmekten daha güzeldi ve projesi yapılmamış bir yaz tatili pek yavan birşeydi. Evliliğin en güzel taraflarından biri yapılacak şeylerin çok yakın bir kimse ile projelerim kurabilmekti İsterse arada münakaşalar olsun!.. Paylaşma ihtiyacı âleminde olsun, iş hayatın­ S anat da olsun, meslekte olsun kazanı­

lan bir muvaffakiyet yakın birisiyle paylaşamadıkça, bir sabun köpüğü gibi erimekteydi.. Sizinle eş menfa­ atleri eş duyguları olan bur en yakın kimse olsa olsa karınız veya kocanız-

dı.

Jale CANDAN kadın Ü çkadından

toplanmış, bir başka bahsediyorlardı. Bir

tanesi: "— Kâfir şanslıdır, dedi. Koca­ sı bir dediğini iki etmez. E v d e o ne i s t e s e olur". Öteki: "— Evet cidden şanslıdır, dedi. Halbuki söz aramızda öyle aman aman güzel değildir. Öyle aman aman ev kadınlığı da yoktur!" Üçüncü kadın mütebessim dinliyor­ du: "— Haklısınız, dedi. Muhteme­ len daha başka kusurları da var­ dır. Ama hiçbirimizin sahip olma­ dığımız büyük bir kuvvete sahip­ tir: Siz buna şans deyiniz, kısmet deyiniz. Bence bu, daha ziyade elle tutulur birşeydir. Dikkat etmedi­ niz mi ? O herkesin nabzına göre şerbet vermesini bilir". Kadınlar düşündüler. Hakikaten o kimse ile arasını bozmaz, kimse ile münakaşa etmezdi. İstedikleri­ ni gayet büyük bir kolaylıkla elde etmesini bilirdi. Herkesin nabzına göre şerbet verirdi ama, bunun için kendisine riyakâr veya kurnaz da denilemezdi. Çünkü o herkesi memn u n etmeğe çalışırken kendi ufak tefek menfaatlerinden, yakın bir istikbaldeki rahatından fedakârlık etmesini de bilirdi. Vakıa neticede daima kendisi kazançlı çıkardı ama, kimseyi kırmadıktan ve her­ kese hakkını verdikten sonra kim ne diyebilirdi. Arkadaşlarının kocaları ile yap­ tıkları münakaşaları daima, biraz hayretle dinliyen bir hali vardı. Arkadaşları da. doğrusu bazan ona hayretle bakarlardı. Vakıa evinde herşeye hâkim olduğu mu­ hakkaktı ama bazan kocası ile ko­ nuşurken en tabii haklarını adeta rica ile elde ettiği görülürdü. Bir ahbap ziyaretinden eve, akşam yarım saat geç kaldığı için üzü­ lürken yalnız başına Avrupa seya­ hatine çıkmış, hoşuna giden bir çantayı satın alabilmek için kocasına danışırken kocası ona bir otomobil satın almıştı. Birçokları için o şanslı ve kısmetli kadın. birçokları için de an­ laşamaz kadındı. Halbuki onun anlaşılamıyacak hiçbir taraf yoktu. H a y a t t a bazı kadınların daha az meziyet sahi­ bi olmalarına rağmen hemcinsle­ rine kıyasen daha mesut bir ha­ y a t sürdükleri. kendilerini daha çok sevdirdikleri bir hakikatti. Ki-

pe

cy a

Kederler, üzüntüler, muvaffakiyetsizlikler ve hastalıklar da aynı du­ rumda olan bir insanla paylaşmak is­ tenirdi. Bu aynı durumda olan insan eşinizden başka kim olabilirdi? İn­ san en yakın dostuna bile mütemadi­ yen ne sevincinden bahsedebilirdi, ne de dertlerinden... Çünkü bu gibi şey­ ler ancak karıkoca arasında müşte­ rekti. F a k a t paylaşılmak istenilen şey acaba yalnız sevinçler ve kederler miydi?. Hayır insan güzel bir müzi­ ği eşi ile beraber duymak, komik bir şeye eşi ile beraber gülmek isterdi. Vaktiyle karısından ayrılmak üzere olan bir erkek vardı. Otomobili bü­ yük bir hayvanat bahçesinin par­ kından geçerken kocaman bir ayıya rastlamıştı. Ayının acıkmış bir hali vardı. Adam otomobilim durdurdu. Ayılara yemek vermenin tehlikeli olabileceğini biliyordu. Camı indirme­ di. Ayı arka bacaklarının üzerinde dikilmiş. burnunu otomobilin camına sürtüyor, yiyecek birşeyler bekliyor­ du. Adam bir müddet onu seyretti sonra yavaşça kalktı ve otomobili sürdü. Ayı hâlâ aynı pozda bekliyordu ve yüzünde şaşkın, komik bir teessür vardı. Otomobildeki adam kahkahayı bastı: "— Ayının suratını gördün mü Alis?" diye sordu. Alis adamın ay­ rılmak üzere olduguı kadındı. Fakat Alis otomobilde değildi. Bir daha hiçbir zaman otomobilde, yanında olmıyacaktı. Adamın kahkahası birden kesildi. Alisle birçok şeylere beraber gülmeye o kadar alışmışlardı ki, ba­ zen herhangi bir hadisede, hiç ko­ nuşmadan, birbirlerine bakar ve ba­ kışları ile anlaşarak gülerlerdi.. Adam ilk telefon kabinesinin önün­ de durmuştu. Alisi aradı ve o akşam her ikisi de birçok şeylere beraber güldüler. Bu barıştan sonra hiçbir zaman kavga etmediklerini söylemek çok mübalâğalı olurdu ama iyiyi ve kötüyü, güzeli ve çirkini, herşeyi ve hayatı paylaşarak yasamanın zevki­ ni anlamışlardı. Evli olduklarına şük­ rediyorlardı..

Yaman Bir Kuvvet

24

Paul Gallico noktayı koydu. imzasını attı. Sonra acele acele, mat­ baaya gitmek üzere, evden çıkarken radyoyu açık bıraktı. Halbuki vak­ tiyle evde radyo çaldırmazdı, şimdi onsuz yapamıyordu.

mi saçını evine süpürge eder, g e ­ ne yaranamazdı, kimi normal fe­ dakârlık hudutlarını hiçbir za­ man aşmadığı halde bas tacı edi­ lir, h e m kocası hem çocukları ta­ rafından pek çok taktir edilir ve sevilirdi. Bu fevkalâde hadiseyi yalnızca şansa ve kısmete bağlamak, mu­ hakkak ki, pek ustünkörü bir ka­ rara varmak demektir. Eğer cemi­ yette, zaman zaman, tesadüf etti­ ğimiz bu mesut kadınları gözümü­ zün önüne getirecek olursak bu kadınların herşeyden evvel insan psikolojisine ehemmiyet verdikle­ rini görürüz. Onlar kuvvetliye kar­ şı da, zayıfa karşı da bu psikoloji­ nin bütün icaplarını yerine geti­ rirler. Hak iddia etmek, etraftakilerin başına vura vura istedikle­ rini yaptırmak bu kadınların ak­ lından geçmez. İleri görüşlüdürler. Kendilerini zayıf ve aciz hissettik­ ler için değil, bir gün kaybetmek endişesini hiçbir zaman akıldan uzak tutmadıkları içindir ki onlar zor kullanma yolunu değil, sevgi yolunu seçmişlerdir. S e v g i yolu, insanı gayelere ulaştıran en kısa yoldur. İşte anlaşılamıyan mesut ve şanslı, kısmetli kadınların sırrı budur.

*

adınlar ekseriya küçük bir âlemde, evlerinin dert duvarı içinde yaşarlar. Onların bu dört duvar içinde, asırlardan beri, tat­ bik ettikleri psikoloji sanatı ve ruhlara hitab e t m e kaygusu, bu­ gün ev duvarlarını çoktan a ş m ı ş ve dış hayata seçmiştir. Psikoloji bugün yalnız ev hayatının değil, iş hayatının, siyasetin, devlet ida­ resinin vazgeçilmez bir muvaffa­ kiyet şartı olmuştur. İngiltere Kraliçesi Elisabeth, bir Fransız olan şapkacısına yeni siparişte bu­ lunurken modayı ve kendi zevkim değil, halkın ruhunu okşıyan şap­ kalar ısmarlamıştır. Bu şapkalar açık renkli, neş'eli ve yüzünü ol­ duğu gibi gösteren küçük şapka­ lardır. Bir kraliçe için bile halkın arzuları birer emir olmuştur. Çünkü o, bu arzulara cevap ve­ rirken sarsılmaz bir kuvvet kaza­ nır.

K

Psikoloji, yalnız evimizi değil, bugünkü dünyayı küçücük par­ mağı üzerinde oynatan yaman bir diktatördür.

Moda

Sonbahar ve kış az aylarından Y daima biraz

Sonbahara geçiş hüzünlüdür. Fakat

AKİS, 22 EYLÜL 1956

KADIN

Hürriyet hattı ariste büyük terziler defileler tertipliyerek modellerini teşhir ederler, nihayet bu modellerin fotoğ­ rafları basına verilir ve böylece bü­ tün dünya yem modanın hatlarını öğrenir. Moda muharrirleri ise re­ simlere iyice bakar, tefsirleri okur ve kendi görüşlerine göre yeni hat­ lara bir isim takarlar. Bazıları için bu senenin hattı ''zeytin" hattıdır. Çünkü bu hat kadına bir zeytin yu­ varlaklığı ve oval bir manzara ver­ mektedir. Üstelik zeytinin çeşitli ye-

Tayyörler muzlar yuvarlak, munistir. Ceket boyu çok kısadır. Beden yuvar­ laklığım temin eden "pens"ler ve ufak büzgüler ekseri bir kemer veya yarım kemer içine girerek belde kay­ bolmaktadır. Tayyörlerin sırt kısım­ ları tamamile serbesttir ve her türlü harekete kolaylıkla imkân vermekte­ dir. Böylece tayyör ceketlerinin be­ den kısımları sırtta, ya adamakıllı bol bırakılmıştır ve kemerle belde toplanmaktadır, veya "martengal" denilen arka kemerleri ile nazarı dik­ kati celbetmektedir. Tayyör etekleri gayet yumuşak bir şekilde vücudu sarmaktadır.

O

cy

P

şilinden siyaha kadar bütün renkleri gayet modadır. Bazılarının görüşüne göre de1956 - 57 modasını "tabiîlik" hatlı olarak vasıflandırmak daha yerindedir. Fakat en güzeli, bir Fransız moda yazarının dediği gibi "yumu­ şaklık ve hürriyet" hattıdır. Bu hür­ riyet kelimesinden her kadın istediği gibi giyinsin, bildiğini yapsın manası çıkarılmamalıdır. Modanın gene değişmez temel prensipleri var­ dır. Fakat bunlar kadının her hare­ ketini gayet serbest bırakacak, onu olduğu gibi gösterecek, suni süsten uzaklaştıracak şekilde tertiplenmiş­ tir. 1956 - 57 modası kadının kendi hatlarına sadıktır. Omuzlar yuvar­ lak, beller rahat, kalçalar tabiîdir. Kolları dolduran kaplar, geniş tutu­ lan sırt bedenleri, etek ucuna doğru darlaşan şişirilmiş eteklikler bu yeni hattın en büyük hususiyetlerini teş­ kil etmektedir. Fakat üzerinde duru­ lacak en mühim nokta şudur: Hangi biçimi seçmiş olursa olsun, kadının bu kış dikkat edeceği ilk şey giydi­ ği elbisede rahat etmek ve rahat et­ tiğini hareketleri ile ifade etmektir. İşte" "hürriyet hattı" denilen hat bu hattır.

a

tam bu mevsimde çıkan yeni moda binbir buluşu, cazibesi ve güzellikle­ ri ile kadına bir yenilik arzusu, bir enerji ve cesaret vermekte, ümit ve projelerin, dolayısile saadetin kapı­ sını açmaktır. F a k a t erkeklerin de bu modaya lakayt kaldıklarını düşünmek hatalı olur. Onlar sevgilile­ rinin, karılarının, genç kızlarının, k a t t a sokaktaki kadının bu neş'eye dahil olmasını, değişik ve yeni görün­ melerini isterler. Daha muhafazakar oldukları için kadının moda sahasın­ da gösterdiği cesaret bazan şaşırtır, bazan taktire veya tenkide götürür. F a k a t hiçbir zaman kayıtsız bıraka­ maz. Moda olmasa ve moda sık sık değişmese hayat zevkinden ve güzel­ liğinden çok şey kaybeder. Fakat bu "sık sık değişme" kelimelerinin üze­ rinde biraz durmak lâzımdır. Moda­ nın en belirli vasfı değişiklik ve yeniliktlr. F a k a t bu vasıf, en şık kadı­ nın bile dört, hatta beş senelik elbi­ selerini giymesine mani olmamalıdır. Zira modadaki- yenilikler ve değişik­ likler aklı başında makul ve hatta uslu bir seyir takip ederler.

Mantolar 956 - 57 modasının umumî görünü­ şüne uymak istiyen mantolar, ba­ zan çok büyük değişikliklerle karşı­ mıza çıkmaktadır. Bu kış yeni manto yaptıracak olan bir kadının evvelâ Şayet yumuşak, sıcak ve dökük bir kumaş seçmesi serttir. Çünkü 1956 57 kış mantolarının ilk vasıfları "sa­ ncı" olmalarıdır. Bu demektir ki, mantolar kadınların vücut hatlarına, hareketlerine uyacak, onlarla bir bü­ tün teşkil edecektir. Kol evleri ekse­ riya geniş ve aşağıdandır. Kollar omuzlardan itibaren tamamile yuvar­ lak bir hat takib etmektedir. Yaka­ lar muazzam ve ekseriya drapelidir. Kumaş daima "düz iplik" olarak alınmış ve bolluklar büzgüler veya pliler şeklinde elde edilerek, bunlar ço­ ğu Zaman arkadan, ense kökünden bırakılmıştır. Birçok mantolar takım halindedir. Yani aynı kumaştan tay­ yörler veya elbiseler üzerine giyil mektedir. Bu şekilde takım olarak kullanılan mantolardan birçoklarının boyu elbiseden veya tayyör etekliğinden bir karış veya birkaç parmak kı­ sadır. Pelerin mantolar veya pelerin

pe

1

Dior'un siyah elbisesi % 100 Parisli AKİS, 22 EYLÜL 1956

Pelerin modası Yelken devrinden

uçak

devrine

yakalı bele oturmuş mantolar 1956 57 modasının en büyük hususiyetini teşkil etmektedir. Kap ve pelerinin testtin ettiği yuvarlak hat, yaka ve kol takılısı ile bazan suni şekilde de temin edilmekte ve çok sade manto­ lar böylece en yeni bir "stil"le karşı­ mıza çıkmaktadır. Umumi görünüş mübalâğasız düz hat ile temin edilmiş, godesiz bir bol­ luk ve yuvarlak kollarla, zengin ya­ kalardır. Nazarı dikkati celbeden bir başka şey de kürklerin tıpkı eski za­ manlardaki gibi kumaşların içine gizlenmesi ve en şahane kürklerin sadece astar olarak kullanılmasıdır. Elbiseler lbiseler sabah için düz hatlı, dar ve sadedirler. Spor kumaşlar ve bütün kalın yünlüler bu biçimler için biçilmiş kaftandır. Öğleden sonra elbiselerine gelince bunlarda en çok nazarı dikkati çe-

E

AKİS okumadan yapamıyorsanız, mecmuanızı bayilere gelir gelmez derhal alınız.

25

Gece elbiseleri ece elbiselerinde en çok göze çarpan şey birçok yakaların de­ koltesini ve ipekli gece pelerinlerini süsleyen kürklerdir. Yerleri süpüren işlemeli şahane elbiselerden bileklerde biten dans elbiselerine, kapalı yaka­ lı ve kollu şömizye taklidi tuvaletler­ den, tek askılı veya çıplak streples bedenlere kadar, gece için, her bi­ çim mübahtır. Bu arada geçen se­ ­eki yüksek belli ampir tuvaletler, arkadan fiyonklu çok bol etekli pa­ muk kadife dans elbiseleri de aynı şekilde beğenilmektedir.

G

Renkler 956 - 57 modasının kraliçe rengi acı bir mordur. Tayyörden gece el­ bisesine, şapkadan eldivene kadar bu renk her yerde göze çarpmaktadır. F a k a t gene aynı şekilde moda olan bir başka renk vardır ki morun tamamile aksidir diyebiliriz. Bu, sol­ muş yamak rengidir. Her iki renk akla gelebilen bütün tonları ile piyasaya sürülmüştür. Mor güzel bir me­ nekşe rengine de bakabilir, mürdüm eriğinin kapalı ve donuk görünüşü­ nü de alabilir. Yaprak renginde ise bazan ilkbaharın ümit ve neş'e verici tonlarını, bazan sonbaharın ölgün ve yanık harelerini bulabiliriz. Orman­ dan denize inince, yosun renkleri bi­ tip tükenmez bir hazinedir. F a k a t , h e r sene olduğu gibi. siyah gene tahtta oturan renktir. Ona bu sene yeni bir isim takılmış: 100 % Parisli!. En güzel tayyörler daima si­ yahtan yapılmıştır ve bütün büyük terzilerin en çok özenerek hazırla­ dıkları model muhakkak siyah bir öğleden sonra elbisesidir. Eteği bol da olsa dar da olsa ekseriya drapelidir. Kuşağı normal bel hattından yukarda ve umumiyetle kalındır. Ne olursa olsun daima şıktır. Çünkü si­ yahtır.

Festivaller Çiçekli yol nyedinci Venedik Film Festivali O açılırken alınan kararlar bütün sanatseverleri sevindirmişti. Fakat

sinema endüstrisi patronları sanat­ severlerle aynı fikirde değildi. Sade­ ce tek bir filme mükâfat verilmesi öbürlerinin değerini gölgeleyecekti. Halbuki prodüktörlerce bu festival­ lerin gayesi bazı filmlerin iş imkân­ larını arttırmak olmalıydı. Bunun için türlü mükâfatlar icadedilmiş miydi? Yeni şartların bir hususiyeti de önceden yapılan bir elemeyle Fes­ tivale ancak 12 filmin kabul edilme­ siydi. Eski usule göre verilen mükâ­ fatların sayısı zaten 12'yi buluyordu. Öyleyse bu 12 film festivale kabul edilmekle mükâfatlandırılmış sayıla­ bilirlerdi. Yalnız aralarından bir ta­ nesine "San Marco - Altın Aslanı" verilecek, öteden beri en iyi erkek ve kadın oyunculara dağıtılmakta olan "Volpi Kupası" da kaldırılmıyacaktı. Buna rağmen şartları tatmin edici bulmayan İngiliz ve Amerikalı sinemacılar eserlerini festivalden çektiler. John Huston'un "Moby Dick"ini bu yüzden görmek mümkün olmadı. Amerikalılar festivale "Big­ ger than Life" ve "Attack" ile gayri resmi olarak katıldılar. 12 yerine 14 film gösteren festiva­ lin gidişi günlük gazetelerimize her zamanki eğlenceli yazılarla aksettirildi. Filmlerin isminden, mevzuundan, yapıcılarından bahse lüzum gö­ rülmeden; sinemayla ilgileri olsun ol­ masın, bir takım Venedikli güzellerin mayolu resimleri sayfaları süsledi. Gazete mesulleri sanat ile şehvet arasındaki farkı daha kestirememiş-

pe cy

1

S İ N E M A

a

ken drapelerdir ve ipekliler revaçta­ dır. Bel nadiren yerinde olup ekseri­ ya normalin üstündedir. Geçen mevsimde olduğu gibi, bu mevsimde de kemerler ve kuşaklarla, drapeli bel kupları ile çok oynanmıştır. Bazı yakalar çok yüksek ve birçokları omuzlara doğru yırtılmıştır.

lerdi. Neticeler de tam bir festival havasıyla bildirildi. Önce "Attack"ın Altın Aslan'ı kazandığı yazıldı. Son­ ra yüksek tirajlı bir gazete İtalya hususî muhabirinin yazısını neşretti. Muhabire göre Altın Aslan bu yıl kimseye nasip olmamıştı ama Volpi kupasını Maria Schell ile "La Tra­ versce de Paris" filminin yıldızı Cla­ ude Autant-Lara kazanmışlardı. Belliydi ki, bu gazetenin İtalyalı muha­ biri rejisörlerden aktör yapmaya me­ raklıydı. Nitekim Sovyet filmi "Öl­ mez Birlik''ten bahsederken Aframenco ile Tisse adlı iki genç aktörün oyunlarım kaydetmek ihtiyacını duymuştu. Sinema üstadı bu kıymetli muhabir fikrinde israr ededursun ge­ rek Claude Autant-Lara, gerek Aframenco ile Tisse filmlerinin oyuncula­ rı değil rejisörleriydiler. Onyedinci Venedik Festivali millî sinemaların mukayeseli durumlarını göstermesi bakımından alâka çekici oldu. Bu festival dolayısıyla harpten sonra büyük sinema kalkınması ya­ pan İngilizlerin artık söyliyecek şeyleri kalmadığı, İtalyanların sarsıntı geçirmekte olduğu açıkça ortaya kondu. İngiltere adına girecek olan "Moby Dick" aslında John Huston'un bağımsız eseriydi. 1952'de Cannes'da birinci mükâfatı kazanan, Orson Welles'in "Othello"su ne derece Tunus filmiyse, o da o kadar İngilizdi.. İtalyanların vaktini doldurmuş, emekli sinemacı Mario Camerini'nin "Soeur Loetzia"sıyla iştirak etmesi hayret vericiydi. Yeni değerler, Federico Fellini'ler, Michelangelo Antonioni'ler nerelerdeydi? Luis Bunuel'in İspanya'dan ayrılışındanberi uykuya dalan İspanya sineması, L. G. Berlangâ ve J. A. Bardem gibi iki kuvvetti şahsiyet sa-

Kumaşlar enkli sonbahar kumaşlarının en büyük hususiyetleri fevkalâde yu­ muşak, besli ve aynı derecede hafif oluşlarıdır. Ağır görünüşlü "tweed" ler, "Shetland" lar bu kış adeta "tüy siklet" le ortaya çıkıverdiler. Terzilerin en çok sevdikleri yeni bir kumaş ta, şu bizim çok iyi tanıdığı­ mız eski pamuklu kadifedir. En ağır tayyörler, dans elbiseleri koyu renkli kadifelerle yapılmıştır.

R

Umumi bakış odellere uzun uzun baktıktan sonra akılda kalan şey yumuşak, rahat, serbest bir hat, yuvarlak omuzlar, normal bir bel, normal bir kalçadır. Bir de kap ve pelerinler. Evet yelkenli gemiler devlinden kal­ ma, fakat uçak devrine intibak et­ miş bir pelerin modası..

M

28

Maria Schell "Gervaise"de Hakedilen

bir

sanat mükâfatı AKİS, 22 EYLÜL 1956

SİNEMA hibi sinemacıyla, Avrupa'da İtalyan sinemasından açılacak yeri doldur­ maya hazır olduğunu ispat ediyordu. Festivalin bir başka keşfi de Yunan sineması olmuştu. Nikos Kunduros'un "Drakon"u değişik tepkiler yarat mış, bazı kritiklerce festivalin yüz karası olduğu iddia edilmiş, bazıları ise genç rejisörün trajik mizahını öve öve biterememişlerdi. Haklı hak­ sız bir yana işin ticari cephesi de Yunanlıların yüzünü güldürecek du­ rumdaydı. Mihal Kakoyannis'in "Stella"sından sonra bir Yunan filmi daha, Nikos Kunduros'un "Drakon"u Av­ rupa sinema salonlarını dolaşmaya başlıyacaktı. Kakoyannis ve Kundu­ ros adlarının da hatırda yer etmesin­ den sonra Avrupa'da sesi duyulmıyacak kadar cılız olan yalnız Türk sineması kalıyordu. Bu acı gerçek karşısında sinemacılarımız millî si­ nemamızın yolunu hâlâ "Kamelyalı Kadın"larda. "Papatya"larda arıyor­ du. Halbuki hedefe çiçekli yollardan değil, çeşitli müşkül ve mânilerle dolu kayalık geçitlerden gidiliyordu. Umursamazlıkları lâubalîlik derece­ sine yaran prodüktörlerimiz Venedikteki Yunan başarısından ders al­ malıydılar.

eni mevsim eski filmlerle başladı. Y Atlas sineması vitrinlerinde Mer-

Magnani "Soeur Loetizia"da Venedikteki

İtalya

küllerce teselli mükâfatları dağıtıldı. İtalyan sinema kritiklerinin Pasinetti mükâfatı "Attack - Hücum" adlı Amerikan filminin rejisörü Robert Aldrich'e verildi. "Attack", konusunu Broadway'de pek tutulmamış bir pi­ yes olan "Fragile Fox" dan almıştı. Film, vatanında sert tenkitlere uğ­ radı. Bunun sebebini anlamak güç değildi. Robert Aldrich filminde gös­ teriyordu ki, Amerikan ordusunda kahramanlar olduğu gibi korkaklar da vardı. Ama bu gerçeğin ifadesi, Amerikan cemiyetine tenkit mahiye­ tinde olan herhangi bir gerçeğin ifade si gibi sansürü ve aşırı sağcı topluluk ları derhal harekete geçirirdi. Yaşadığı cemiyetin aksaklıklarını ele alışında ki cesaret, Aldrich'in Avrupa'da se­ vilmesine sebeb olmuştu. Amerikalı­ ların etrafını küçük görmesinden, dostlarına para ile satın alınmış mu­ amelesi yapmasından Avrupalı bık­ mıştı. Harp sonrası İtalyasını bütün Kefaletiyle gösteren Rossellini'lerin, De Sica'ların, Visconti'lerin vatan­ daşları İtalyan tenkitçileri çuvaldızı kendisine batırılabilen Robert Aldrich'i mükâfatlandırıyorlardı.

pe

cy

F

Filmler Başlangıç

a

Harp aleyhtarlığı estival 8 Eylül'de sona erdi. İngi­ liz dokümanter filmciliğinin ku­ rucusu John Grierson başkanlığında, Fransız film kritiği Andre Bazin, ünlü İtalyan sinema ve tiyatro rejisörü Luchino Visconti ve Sovyet re­ jisörü Frederic Ermler'den meydana gelen Jüri "San Marco Altın Aslanı" na lâyık film bulamadı. Volpi Kupa­ larını iki Fransız filminin yıldızları Maria Schell ve Bourvil aldılar. Maria Schell mükâfatını Rene Clement'ın Emile Zola'nın "L'Assommoir" adlı romanından adapte ettiği "Gervaise"le kazandı.. Film Ameri­ kalıların üzerinde pek durduğu bir mevzuu, alkolizmin felâketlerini in­ celiyordu. Maria Schell'in Clement'in elinde sinema tarihinin ölmez ka­ rakterlerinden birini yarattığı umu­ mi bir kanaatti. Öbür Fransız filmi "La Traversee de Paris" memleketimizde "İçimizde­ ki Şeytan - Le Diable au corps" adlı eseriyle tanınan Claude Autant-Lara'nındı. İtalyalı hususî muhabir Autant-Lara'yı aktör olarak lanse et­ meye ne kadar çalışırsa çalışsın "İçimizdeki Şeytan"ın yaratıcısını unutmak kabildeğildi. "La Traversee de Paris" bir komediydi. Vak'a Al­ man işgali sırasında Paris'te geçiyor, bavul içinde et kaçırmaya kalkışan iki kafadarın maceraları gösterili­ yordu. İki kafadarı temsil eden Jean Gabin ile Bourvil'in oyunları seyirci­ leri kahkahadan kırıp geçirmişti. Volpi kupasına o ana kadar namzet, Helmut Kautner'in Prusya militarizmiyle alay eden Alman komedisi "Der Hauptmann von Koepenick"in yıldızı Heinz Rühmann iken, Bourvil'in başarısı onunkini bastırmıştı. Altın Aslanı kazanamayan film lerin bazılarına gayri resmî teşek-

ği sinema bürosu tarafından L. G. Berlanga nın İspanyol filmi "Calabuig"e verildi. Filmin hikâyesi atom araştırmalarından usanıp sakin bir köye yerleşen bir âlime dairdi. Festival filmlerinin müşterek bir noktası vardı: İkinci Dünya Harbin­ den açı tecrübelerle çıkan milletler, son siyasî ve askeri karışıklıklar kar­ şısında kendilerini endişeden alakoyamıyorlardı. "Der Hauptmann von Koepenick'' -Alman-, "Burma Arpı" -Japon-, "Attack" -Amerikan-, "Calabuig" -İspanyol-, "La Traversee de Paris" -Fransız-, hep harp aleyhdarı filmlerdi. Dünyanın yeniden karış­ tığı şu günlerde, sanatçılar geçmiş felâketleri hatırlıyor ve bir başka savaş macerasına sürüklenmemek için insanlığı ikaz ediyorlardı.

AKİS,

22 EYLÜL 1956

San Giorgio kültür ve medeniyet mükâfatı Kon Ichikawa'nın "Burma Arpı"na verildi. Bu film de bir harp dramıydı. Sivil hayatında arpist olan bir askerin Burma savaşında ölen arkadaşlarını gömebilmek için rahip oluşu gösteriliyordu. Festivalde bü­ yük bir alâkayla seyredilen fakat mükâfat alamayan Japon filmi "Utanç Sokağı", Japon sinemasının geçenlerde ölen büyük şahsiyeti Kenju Mizoguchi'nin eseriydi. Son teselli mükafatı Katolik birli­

vyn Le Roy'un 14 yıllık "Gangster'in Hilesi - Johnny Eager"ının resimle­ rini görenler hâlâ yaz tekrarlamalarından biri yapılıyor sandılar. Hakla­ rı da yok değildi. Yeni mevsime ye­ ni filmle başlamak lâzımdı. 1942'de döktüğü göz yaşları için Van Heflin'e yardımcı aktör "oscar"ını kazandı­ ran filmin bugün, fazla bir alâka toplaması beklenemezdi. Elhamra'da oynayan "Kanlı Tu­ zak - Suddenly" da seyircilerini şa­ şırttı. Beyoğlu sinemaları şimdiye kadar filmlerin orijinal versiyonla­ rını gösterirdi. Yoksa bu âdetten vazgeçiliyor muydu,? Vazgeçilmiyor­ du ama Lewis Allen'in çevirdiği "Kanlı Tuzak"ın konusu bizim san­ sürün pek hoşuna gitmemişti. Film bir Amerikan Cumhurbaşkanına ter­ tiplenen suikastı gösteriyordu. Türk­ çe dublaj senaryosunda değişiklik­ ler yapıldı, cumhurbaşkanı bir iş adamına çevrildi. Sansürümüz Ame­ rikalı filmcilerin Amerikalı cumhur­ başkanına yaptığı bir saygısızlığı tamir etmişti. Film artık oynayabi­ lirdi. Bir başka kanlı film "Kanlı Geçit Blood Alley" mevzuu, işlenişi ve kah­ ramanlarıyla ancak çocuklara hitabedebilecek seviyede bir cinemascope'tu. Kim olduğu, neden ve nasıl Kızıl Çin'e gittiği bilinmeyen John Wayne muhayyel bir Çin köyünde, gene varlığının sebebi hikmeti izah edilmeyen Lauren Bacall'la karşıla­ şıyor ve berarberce bütün köy halkı­ nı ulak bir nehir gemisiyle Kızıl Çin'­ den kaçırıp Hong-Kong'a ulaştırıyor­ lardı. Rejisör William A. Wellman gemide heyecanlı mizansenler tertip­ lemişti. Nehirde kopan tayfunda ge­ mi altüst olurken, şiddetli yağmur ve rüzgârlara rağmen çark başından ayrılmayan J. Wayne gemide bulu­ nan iki komünistin tecavüzüne uğ­ rayıp boğulurken, aşağıda salonda bir mülteci kadın çocuk doğuruyor­ du. Böyle girift, sahneler sayesinde

27

Transfer edilmeyen borçlar eyirci gecen yıl beliren tehlikeleri hatırlayarak bol Amerikan filmi görmeme endişesine de kapılmamalıy­ dı. Amerikalı filmcilerin alacakları ha lâ transfer edilmemişti ama, Türk se­ yircisi Amerikan elçisinin şahsi ta­ vassutu, sayesinde Hollywood şahe­ serlerinden mahrum olmayacaktı. Elçi arabuluculuk yaparken, Ameri­ kan filmlerinin Amerika için sağladı­ ğı propagandanın yanında Hollywood stüdyolarına olan borcun devede ku­ lak kalacağını hesaplamıştı. Fakat işin ticarî yönünü de küçümsememek gerekirdi. Avrupalı filmciler Amerikalılardan açılacak yere talipti. Kredi vermeyi de kabul ediyorlardı. Seyircinin bol ve iyi Avrupa filmi seyretmesi bu sefer, mesela Fransız yahut İtalyan filmleri tiryakileri ya­ ratacak, ticarî muvazene sağlandıktan sonra yeniden Amerikan filmi alış kanlığı aşılamak pek güç olacaktı. İyisi mi, böyle bir karışıklığa mey­ dan vermemek için borçlar bir müd­ det daha birikebilirdi.

Makineler Bir teşebbüs nkara II. Sanat A del öğretmenleri

Enstitüsü Mo­ Mahmut Eski ve Kemal Taşkıran 1955 yılında öğ­ retmenlikten istifa ettikleri zaman memlekete dışardan makina ithal etmek adamakıllı zorlaşmıştı. Ma­ rangozlar planya, torna, şerit testere­ si sıkıntısı çekiyorlardı. Demirciler ve tesviyeciler de hemen hemen aynı sıkıntı içindeydiler. Bu iki sanatkâr arkadaş çalıştıkları atelyenin imkân­ sızlıklarını hiç nazarı dikkate alma­ dan bazı makineleri yapmayı akılla­ rına koymuşlardı. Atelye Ulus gaze­ tesinin eski matbaasının karşısında bir hurdacı dükkânının içinde dar, karanlık bir odacıktan ibaretti. Ne penceresi vardı, ne kapısı.. Kar yağ­ mur içeri doluyor, iki arkadaş her türlü mahrumiyetle mücadele ederek gayelerini tahakkuk ettirmek için ça­ lışıyorlardı. O zamana kadar bize Avrupadan gelen marangoz şerit makinesini ilk mevzu olarak ele al­ mışlardı. Nihayet muvaffak oldular. Yaptıkları ilk marangoz şerit testere­ si mükemmel iş görüyordu. Eski öğ­ retmenler işi bu kadarla bırakmadı­ lar. Çalışmalarına devam ettiler. Tap­ tıkları makineyi daha mütekamil, Av rupa makinelerde boy ölçüşebilecek evsafta, hatta daha yüksek evsafta yapmak istiyorlardı. Günlük işleri arasında buldukları boş vakitlerden is­ tifade ederek yeniden işe koyuldular. Önce makinenin muhtelif parçalarının bir bir tahta kalıpları yapılıyordu. Bun dan sonra döküm safhası geliyordu. Bu işi de kendilerinin nezareti altın­ da yakındaki dükkânlardan birinde bir dökümcü arkadaşları yapıyordu. Dökülen parçalar temizlenip kontrol ediliyor, bundan sonra birleştiriliyor­ du. İki arkadaş üç ayda 10 makine yapmışlardı. Ama bunları nasıl elden çıkaracaklardı? Yenilerin) yapmala­ rı, bu işi ilerletmeleri için yaptıkları makineleri satmaları icap ediyordu. Makinelerini teşhir edecek, vitrinleri, yahut başka bir mağazada vitrin kiralıyacak paraları yoktu.

pe

cy

S

ENDÜSTRİ

a

"Kanlı Geçit" macera filmi olmak­ tan çıkıp, bir komedi oluyordu. Öbür filmlerin hiçbiri uzun boylu üzerlerinde durulacak cinsten şeyler değildi. "Vahşi İntikam - The See­ ker's", "Yaylalar Bakiresi - Musoduro" hep program doldurmak için yapılmış filmlerdi. Eski mevsimle yenisi arasında köprü teşkil ediyorlardı. Fakat Orson Welles'in "Ölüm Raporu - Confidential Report", Elia Kazan'ın "Rımtımlar Üzerinde - On the Waterfront", John Huston'un "Deniz Ejderi - Moby Dick", Fritz Lang'ın "Moonfleet" adlı eserlerinin gösterilmesi yakındı. Şimdiden ka­ ramsarlığa kapılmamalıydı.

Satış başlıyor eçen hafta içinde bir gün "MA KE" -makinelerin üzerine bu marka konmuştu- markalı makine­ lerden ilk partisi Trans Türk' Şirketi tarafından satın alınmak iştendi. Makineleri tetkik eden mühendisle­ rin raporları müspetti. Bet tane 40'lık marangoz şerit testeresi Trans Türk Şirketine teslim edildi. Bunlar­ dan iki tanesi üç gün içinde satıldı. Bunları alan marangozlar makineden çok memnun olduklarım gelip Mah­ mut Eski ile Kemal Taşkıran'a an­ lattılar. Eski iki model öğretmeni bu

Yerli makine ve yapıcıları Lütfen

biraz

alâka..

suretle yeni bir sahaya atılmış olu­ yorlardı. 25 makine siparişi daha al­ dılar ve hemen çalışmaya başladılar. Sadece bu işle meşgul oldukları tak­ dirde ayda on makine yapabilecekle­ rini söylüyorlardı. İki arkadaşa gö­ re bu türlü makinelerin hepsini memleketimizde yapmak mümkün­ dü. Meselâ kendileri tecrübe olarak şimdiye kadar 10 şerit makinesi, 10 planya makinesi, 10 tane de freze tezgâhı yapmışlardı. Hem de akla hayale gelmedik güçlüklerle müca­ dele ederek.. İki arkadaş ellerindeki siparişleri bitirdikten sonra, munta­ zam bir atelye kurmak ve orada ça­ lışmak istiyorlardı. Bu tasavvurları­ nı tahakkuk ettirirlerse ilerde baş­ ka tip iş makineleri üzerinde de ça­ lışacaklarını söylüyorlardı.

G

Robert Aldrich En iyi rejisör!

28

AKİS'E ABONE OLUNUZ P. K. 582 — Ankara

AKİS, 22 EYLÜL 1956

M U S İ Kİ "Wahnsinnig!"

armen gözlerini göğe dikti. Eski B günleri hatırlamış gibi, ümitsizce

pe cy

başım salladı. "Wahnsinnig!. - Çıl­ gınca bir şey!. -" dedi. Karşısındaki, Amerikadan gelmiş bir iş adamıydı. Bir gün önce, Darmstadt'daki işleri onu çok yormuştu. Dostları kendisi­ ne şehrin civarındaki çam ormanla­ rında bir gezinti tavsiye etmişlerdi. O da, bu tavsiyeye uymakta ne ka­ dar iyi ettiğini anlamıştı. Dinlenmiş, rahatlamıştı. Yalnız, çamlarla kaplı bir tepenin üstüne vardığında kulağı­ na karmakarışık gelen bir takım çalgı sesleri duymuştu. İşte, misafir­ hanedeki barmene bunu soruyordu. Barmenin "çılgınca" diye vasıflan­ dırdığı şey, küçük Darmstadt şehri­ nin milletlerarası şöhretini sağlıyor­ du. Bir müddettir o civardaki bir din okulunda Darmstadt'ın Kranichstein Musiki Enstitüsü çalışıyordu. Beş yıldır her yaz orada, "Yeni Musiki için Milletlerarası Tatil Kurları" ya­ pılmaktaydı. Daha önce bu dersler, Frankfurt'un birkaç kilometre gü­ ney-doğusundaki Darmstadt şehrinin öbür ucunda bulunan şatoda veril­ mekteydi. Darmstadt, harpten en çok zarar görmüş Alman şehirlerinden biriydi. Üstelik ,Nazi rejimi yeni mu­ sikiyi yasak etmişti. Bu noktalar he­ saba katılınca harp sonrası Alman musikisi hayatının en cüretli teşeb­ büslerinden biri olan bu okulun mâ­ nası daha iyi anlaşılmaktaydı.

daki ciddiyet sayesinde kazanmıştı. Okulun hususiyetleri, oraya bir defa uğrayan bir musikişinası her yıl ziyaretini tekrarlamağa sevketmekteydi. Çünkü orada, modern musiki­ nin teknik ve estetik meselelerim dost ça münakaşa edebilme imkânını bu­ luyor, günümüzün musikisini bol böl dinleyebiliyordu. Halbuki, mem­ leketine döndüğünde, konser dinle­ yicilerinin karşısına hâlâ Beethoven yahut Çaykovski senfonilerinin çıka­ rıldığını, "Webern" isminin "Weber" diye yanlış imlâyla yazıldığını, "Si­ hirbazın Çırağı"nın modern musiki diye sunulduğunu görüyordu; Geçen­ lerde, Darmstadt Tatil Kursu'nun ça­ lışmaları hakkında "Musical America" dergisine bir makale yazan mu­ habir -David Hicklin şöyle diyor­ du: "Darmstadt'daki konser dinleyi­ cilerine bir göz gezdirince insan, me­ selâ Ankara'lı bir çağdaş musiki me-

Nazi rejimi yıkılınca Darmstadt'lı Wolfgang Steinecke adlı bir musiki­ şinas, meslekdaşlarına bir okul kur­ ma teklifinde bulundu. Bu okulda, dünyanın her köşesinden gelen mu­ sikişinaslar toplanacaklar, en yük­ sek profesyonel seviyede, çağdaş mu­ sikinin meselelerini münakaşa ede­ ceklerdi. Böylece, 12 yıldır Almanya'­ da yasak olan şey nihayet yapılmış olacaktı. Bu fikir, etrafta geniş akis­ ler buldu. Hükümet makamları da yardımlarını esirgemediler. Seçkin öğretmenler ve icracılar, işbirliğine davet edildiler. Nihayet 25 Ağustos 1946'da okulun ilk devresi başladı. Tecrübe, tam bir başarıya erişti. Da­ ha sonraki yıllarda Darmstadt ismi, dünyanın her köşesinde, "ileri musi­ ki" mefhumuyla bir arada anılmaya başlandı. Dört bucaktan lk günlerinden başlayarak okul, gittikçe artan nisbette, milletler­ arası bir mahiyet kazanmıştı. 1946'da ziyaretçilerin yalnız binde dokuzu Almanya dışından geliyordu. 1948 de nisbet yüzde 6'ya, 1949'da 27'ye yükselmiş, 1952 yılında 40'a varmış ve o zamandanberi de değişmemişti. Bu rakamlar, okula yabancı memleketlerde gösterilen ilginin deliliydi. Darmstadt Tatil Kursu, bu şöhretini reklam vasıtasiyle değil, çalışmasın-

İ

AKİS, 22 EYLÜL 1956

çevrelerinde de olduğu gibi- üstelik bir "gelenekçi" sayılmasıydı. Gene nesil, Schönberg'i bu bakımdan ten­ kit etmekte ye onda bulamadığını, Anton, von Webern'de bulmaktaydı. Maamafih, bu iki bestekâr hakkında çatışan fikirlere rağmen, bugün ge­ rek Schönberg'in, gerek Webern'in, çağımızın iki "klâsik" bestekârı olduğu hususunda anlaşma vardı. Açık fikirli bir dinleyici, Darmstadt'da birbiri arkasından verilen birçok kon­ serde, şüphesiz, bu iki üstadın eser­ lerini sık sık dinleme fırsatını bulu­ yordu. Çağdaş musiki orada bir ilerilik gösterisi olarak değil, doğrudan doğruya musiki olarak, Chopin veya Beethoven'in diğer çevrelerde çalın­ ması gibi, çalınmakta ve dinlenmek­ teydi. Darmstadt'daki çalışmaların bü­ yük bir kısmı, oniki ton sistemi üze­ rinde yapılmaktaydı. Bunun sebebi, Darmstadt çalışmalarına istikamet verenlerin muayyen bir doktrine bağ-

a

Almanya

Darmstadt müdavimleri arasında Avrupa'nın başka modern musiki

Darmstadt Modern Musiki Okulu Dağ başındaki hür ses...

raklısının, Schönberg'in dört kuarte­ tini bir kere daha konserde dinleme fırsatını ne zaman bulabileceğini dü­ şünmektedir". Darmstadt'daki dersler bilhassa, çağdaş musikiyle olan teması ancak ders kitaplarındaki geri ve dar gö­ rüşlere münhasır kalan, dolayısiyle bu musikiyi yakından tanımayan va­ sat musiki öğrencisine faydalı oluyor du. Gelenekçi okullardan gelen öğren ciler orada, kendisine "çağdaş ilahlar" diye tanıtılan Sibelius, Hindemith, Bloch isimlerinin bahis mevzuu bile edilmediğini görüp şaşırmakta, ders kitabında "Schoenberg bir nazariyecidir, bestekâr değildir" dendiğini hatırlamakta fakat bu görüşün Darmstadt'ta "vahşet" sayıldığını öğrenip daha da çok hayret etmek­ teydiler. "Gelenekçi" Schönberg öyle bir öğrenciyi şaşırtan başka bir düşünce de, Schönberg'in,

B

lanmış olması değildi. Sebep, doğ­ rudan doğruya, dünyanın dört buca­ ğındaki "düşünen" musikişinaslar­ dan büyük bir ekseriyetinin bu me­ sele üzerinde kafa yormakta oluşuy­ du. Sınıflarda, dersler esnasında baş­ layan münaşakalar çok defa yemek­ hanelerde, bahçelerde, şehrin sokak­ larında, gece geç vakitlere kadar devam ediyordu. Hiç kimse, oniki ton metodunun değeri üstünde konuşma­ maktaydı. Bu mesele yirmi yıl önce halledilmişti. Münakaşalar, fikir ça­ tışmaları, bu sistemin nasıl tatbik edileceğine dairdi, Züppelik yok armstadt'ta sathi bir ilericilik, aşırılık ve yapmacık olduğunu sananlar yanılırlardı. Gerçi bu şekil­ de davranan küçük bir zümre yok değildi. Her gelenekçi akora gülen her tam kadansla alay edan birkaç kişiye şurada burada rastlanmaktay-

D

29

Konferans - konserler armstadt'taki çalışma porgramının en çok dikkate değer taraf­ larından birini de konferans - kon­ serler teşkil ediyordu. Verilen birçok izahlı konser arasında bilhassa, pi­ yanist Andor Foldes'in, Bartok'un piyano musikisi hakkında verdiği se­ ri halindeki resitaller, çağdaş Fran­ sız kuartetlerinin icra edildiği birkaç yaylı saz kuarteti provası bilhassa kayda değerdi. Bu yaz, Everett Helm'in verdiği "Charles Ives ile Erik Satie" mevzulu bir konferans ve Stefan Wolpe'nin verdiği "Amerika'­ da Yeni Musiki" konulu konferans büyük alâka ile takip edilmişti. Darmstadt'taki faaliyetin üçüncü -ve çoğunluk için en mühim- kısmı da doğrudan doğruya konserlerdi. Her akşam verilen oda musikisi ve orkestra konserlerinde ekseriya genç neslin -35 yaştan aşağı bestekârlareserleri çalınmaktaydı. Diğer kon­ serler, çağımızın büyük ustalarına tahsis edilmişti. Bir konserin baştan aşağı tek bir bestekârın musikisine tahsis edildiği de olağan şeylerdendi. Okulun teşkilâtı ve kısa bir za­ mana bu kadar çok faaliyetin sığdı­ rılması teşkilâtçılık virtüozitesine ih­ tiyaç göstermekteydi. Çalışmalara iştirak edenlerin bir şikâyeti, kursun fazla kısa olması, az zamanda çok iş görme mecburiyeti yüzünden bü­ tün öğrencilerin fazla yorulmalarıydı. Maamafih, çağdaş musiki hakkında­ ki peşin hükümlerinden ve hatalı gö­ rülerinden kurtulmuş olarak memleketine dönen vasat bir musiki öğ­ rencisi, sadece bu kurtuluşu bile bü­ yük bir kazanç soymaktaydı.

Kıbrıs Vesikalar s a h t e m i ? OKA Lideri Albay Grivas'ın ele Egeçirilen hatıra ve mektuplarının Kıbrıs hâdiselerinin içyüzünü orta­ ya koyup koyamıyacağı son günlerin üzerinde ehemmiyetle durulan mese­ lelerinden biriydi. Kıbrıs tethişçileri şefinin günü gününe tuttuğu iddia edilen bu hatıra defterinin ve muhtelif mektuplarının İngilizceye tercümesi ve gereken açıklamaların yapılması tahmin edildiğinden çok zor olacak­ tı. Grivas'ın hatıra ve mektuplarının Eylül sonlarına doğru neşredilmeğe hazır olacağı ileri sürülüyordu. Müs­ temlekeler Bakanlığı bu işe büyük bir ehemmiyet veriyordu. Bu ehemmiyetin sebebi kısmen hatıralardaki ifşaat, kısmen de hatıratın sahte ol­ duğu hususunda Kıbrısta, Atinada, Amerikada ortaya atılan iddialardı. Hindistanda çıkan bazı gazeteler, Grivas'a ait olduğu iddia edilen vesi­ kaların sahteliğinden emin olduk­ larını yazıyorlardı. Ellerinde delil var mıydı? Bu mevzuda selâhiyetli şahit el­ bette ki bizzat Grivas olacaktı. Çeteci Albay, vesikaların ele geçirildiği ha­ berini gayet yumuşak karşıladı. Fa­ kat sonra düşüncesini değiştirmiş olacak ki "Sahtekârlar" başlıklı bir beyanname neşretti. Grivas bu beya­ natında para mukabilinde bu türlü sahte vesikalar tanzim edecek kim­ seler bulmanın çok kolay olduğunu söylüyordu. Sonra "Lennox BoydHarding çifti kendi durumlarını kur­ tarmak için istedikleri takdirde sah­ te vesikalar hazırlatabilirler, yahut eğer bulunmuş bir hatıra defteri var­ sa, bunu yeniden istedikleri şekilde yazdırabilirler, içine sahifeler ilâve edebilirler, yahut içinden sahifeler çıkartabilirler"di. Grivas hatıraların kendisine ait olduğunu teyid edebil­ mesi için imzalarının olup olmadığını, bu hatıratın hangi devreye ait oldu­ ğunu bilmesinin icap ettiğini ileri sü­ rüyordu. Zira muntazaman hatırala­ rını yazdığı doğruydu ve bunlardan bir kısmı kaybolmuş olabilirdi.

pe cy

D

Z A B I T A

a

di. Fakat umumî hava, tam bir cid­ diyet havasıydı. Schönberg'in düşün­ me sistemindeki ahlaki ve aydın ağırşaşlılık, Darmstadt çalışmalarına hakimdi. Herkes ortaya atılan her fikrin, her inanan münakaşa edile­ ceğini biliyordu. Çalışmalar, günde 11 saat sürü­ yordu. Dersler iki kısma ayrılmıştı: Çalgıcılar için ve bestekârlar için.. Ayrıca sınırlı bir mevzuu, opera sah­ neye koyma mevzuunu, ele alan bir sınıf daha vardı. Çalgı sınıflarında, modern musiki sahasında salahiyet sahibi dünyaca meşhur solistler derz vermekteydiler. Bu derslerde öğren­ ciler, modern eserleri icra etmekte, sonra öğretmen, tahlil ve tefsire mü­ teallik noktalarda, bu icra üstünde, aydınlatmalarda bulunuyorlardı. Bestekârlık sınıflarında, daha önemli bir mesele ile karşılaşılıyordu: Onbeş gün zarfında, ilerlemiş bir öğ­ renciye faydalı olabilmek için ne öğretmeliydi? Bazı öğretmenler, tek bir mevzu üstünde durmuyorlardı. Meselâ meşhur Fransız bestekârı Olivier Messiaen, ritm bahsini ele alı­ yordu. Ernst Krenek, öğrencileri pi­ yano etrafına toplamayı, genç beste­ kârlara kendi eserlerini açıklatmayı tercih ediyordu. Seçilen yol ne olursa olsun. Öğretmen bestekârlar fırsat buldukça kendi eserlerinden, kendi çalışma tarzlarından bahsediyorlar­ dı. Bu da genç öğrenciler için son derece istifadeli oluyordu.

30

Bilinenler atıra defteri ve mektuplar hak­ kında bilinen gerçekler nelerdi? Bunlar üç ayrı parça halinde bulun­ muştu. Biri Lyssi'de ele geçirilmiş, ikincisi Trodos dağlarında bir mağa­ rada bulunmuş, üçüncüsü de açıklan­ mayan bir kaynak vasıtasıyla elde edilmişti. Trodos'ta bulunan hatıra defteriyle birlikte bir tabanca, bir Sam Browne marke bel kayışı, bir de Grivas'ın son fotoğraflarında gö­ rülen yün yeleğin eşi de ele geçiril­ mişti. Grivas'ın kayalıklarda saklan­ dığı yer tesbit edilmiş, çetecilerin re­ isi tam yakalanacağı sırada kaçma­ ğa muvaffak olmuştu. Müteaddit not defterlerine yazılan hatıralar aynı el yazısından çıkmıştır. Bar sayfada "G. G." harfleri vardı. Bunların da Grivas'ın yaptığı rumuzlar olması lâ­ zımdı. Hatıraların sahte olduğu id­ diasının da biraz mantıksız tarafları vardı. Müstemlekeler Bakanlığı 250 bin kelime gibi haddinden fazla uzun bir sahte vesika tanzim edecek

H

yerde bir iki bin kelimeyle aynı maksada pekâlâ vasıl olabilirdi. Hatıra­ ların bu kadar uzun oluşu, onların hakikiliğine bir delil olarak gösteri­ liyordu. Elyazısı lde Grivas'a ait olduğu inkâr edilemiyecek bir el yazısı olsaydı, bir grafolog bu hatıra defterlerini onun­ la karşılaştırır ve Grivas'a ait olup olmadığını kesin olarak tespit eder, böylece de tartışmalar sona ermiş olurdu. Öğrenildiğine göre Müstem­ lekeler Bakanlığı, Grivas'ın Atinada yaptırdığı bir vizeden el yazısının örneğini bulmuş, fakat henüz yazıla­ rı grafologa tetkik ettirmemişti. Ve­ sikalar İngiliz Parlamentosunda mü­ zakere mevzuu olmadan bu hususun kati olarak tesbiti icab ediyordu. Hatıralarda EOKA'nın mücadele ga­ yeleri, temasları hakkında verilen teferruatlı malûmat, bunları yazanın teşkilâtın içinde olduğuna şüphe bı­ rakmıyordu. Grivas'ın bu teşkilâtla başında olduğundan ise kimsenin şüphesi yoktu. Bu vesikaların hakiki olduğu bir defa kabul edilse, bundansonra hükümetin Kıbrıs politikasını tenkid edenler daha çok Müstemle­ keler Bakanlığının ortaya attığı bu vesikalarla meşgul olacaklardı.. Ve­ sikalar umumi efkâra nasıl takdim edilecekti ? Sonra, hükümet hatırat­ taki şifre isimleri ne şekilde tefsir edecekti?. "G", "Gen","Geno" diye bahsi geçenlerden hangini Makariostu ? Bir rahip âsâsı ve bir hafi işare­ tiyle belirtilmek istenilen kimdi? Hükümet bu hususları parlâmento­ nun tesbitine terketmeği doğru buluyordu. Ele geçirilen bütün vesikalar Avam (Kamarasının tetkikine arzolunacaktı. Bundan evvel yapılacak en mühim iş ise vesikaların sahte olup olmadığını tesbit etmekti.

E

AKİS, 22 EYLÜL 1956

P

Futbol

Lig maçları

sezonun ilk maçını geçen haf­ Y eni ta Çarşamba günü Mithatpaşa

R

rin ekserisi kulüpçü olmaktan ziya­ de, denk kuvvetlerin mücadelesini görmek isteyen sporseverlerdi. Nite­ kim böyle düşünüp te Mithatpaşa Stadının yolunu tutanlar neticede haklı çıktılar. Bir buçuk saat topun bir mekik dokur gibi iki kale arasın­ daki seyrini zevkle seyrettiler. İlk haftanın bu çetin maçı 3-3 beraberlikle neticelenmişti. Cumartesi günü 24 bini aşan bir seyirci kitlesi Beşik­ taş - Vefa maçında da ayni heyeca­ nı duydu. Yeşil-Beyazlı takımın transferden kazançlı çıktığı daha ilk dakikalarda belli olmuştu. Kaçırdık­ ları sayısız fırsatların biraz şanssız­ lık, biraz da beceriksizlikten ileri geldiği söylenebilirdi. Eğer bunların bir tanesini kullanabilmiş olsalardı netice şüphesiz ki 0-0 beraberlik olmıyacaktı. Haftanın lig karşılaşma­ ları Pazar sabahı yapılan Emniyet Kasımpaşa maçı ile son buldu ve ka­ biliyetleri meçhul elemanlarla ligle­ re katılan Emniyetliler çetin rakip­ leri Kasımpaşa ile 0-0 berabere kal­ maya muvaffak oldular.

Kulüpler

50 yıl sonra

eçen pazar günü Mithatpaşa G Stadının tribünleri tıklım tıklım dolmuştu. İstanbul Valisi Gökay mik­

pe cy

Stadında Fenerbahçe ile Beyoğluspor oynadılar. Hususi karşılaşmalarda rakiplerine bol keseden 7-8 gol atan SarıLâcivertliler, oyunun mühim bir kısmında nisbeten zayıf bir hüviye­ te sahip Beyoğluspor takımı ile başabaş gittiler. Hele bir ara buhranlı an­ lar geçirdiler, öyle güç durumlara düştüler ki tribünleri dolduran taraftarlarınır,yürekleri ağızlarına geldi. Bunca transfer, bunca masraf ve sonra böyle çabalama.. Bir an içinde aşırı kulüpçülerin sert tenkitleri tri­ bünleri kapladı. Gerçekten tenkit edenler haksız değillerdi. Çünkü Fe­ nerbahçe gayet kötü bir futbol ör­ neği veriyordu. Bazı futbolcuların lâkayıt hareketleri en miyop tarafta­ rın dahi gözünden kaçmıyordu. Topa girmiyorlar, koşmuyorlardı. Allah Allah!... Bu nasıl profesyonellikti? "Bir futbolcu formsuz olabilir" dem­ liyordu. Ama koşmamak, kasten topa girmemek ve verilen pasları alma­ mak; bunu "Profesyonel" kelimesi ile izah etmek imkânsızdı.' Fenerbahçe çetin bir mücadeleden sonra rakibini 3-0 mağlûp etmeye muvaffak oklu. Oldu ama işte öyle...

O

a

S

Ertesi gün Mithatpaşa Stadında gene kalabalık vardı. Karşılaşan ra­ kipler ise Adalet ile Beykozdu. Yani mahdut sayıda taraftara sahip olan kulüpler. Acaba bu kalabalık neden­ di? Her iki kulüp bu kadar kısa bir zaman içersinde bu derece taraftar mı kazanmışlardı? Hayır.. Gelenle­

rofonun başında heyecanlı bir konuş­ ma yapıyordu. Bu seferki konuşması şehir işlerine ait değildi. Ne bir çeş­ me yapılmıştı, ne bir mektebin te­ meli atılıyordu, ne de bir kurdele ke­ siliyordu. Bu konuşma sportifti. Ga­ latasaray'ın 50 yıllık hizmetleri belir­ tiliyordu. Gerçekten Gökay bu mev­

Beşiktaş — Vefa, İtiş - kakış!. zuu kavramış ve hakikaten benimse­ miş olarak konuştu: "Dile kolay bu, diyordu. Yarım asır Türk sporuna hizmet etmek. Hem de her bakımdan şerefli ve iftihar edilmeye değer..." Kısa süren konuşması zaman zaman alkışlarla kesildi. Galatasaray'ı se­ venler, Sarı-Kırmızılı renkleri gönül­ lerinde yaşatanlar, Türk sporuna yaptığı büyük hizmetleri takdir edenler onu alkışlamaktan geri kal­ madılar. Merasim Gökay'ın sözleri ile başlamıştı. Yaşlılar yani, kulübün kurulduğu günden bu yana hadisele­ rin içinde yaşayanlar, Şeref tribü­ nünde yaşlı gözlerle birbirlerine sa­ rıldılar. "Ağabey" diye anılan diğer nesil bugünün heyecanını bir kerre daha yaşadı. Genç nesil ise bu sami­ mi havayı, ruhlarına sindire sindire teneffüs ettiler. Vali Gökay mütea­ kiben eski ve yeni. futbolculara ma­ dalyalarını vererek, tribüne çekildi. Celal Bayar Şeref locasında görüldü. Geliş, büyük bir tezahürata vesile teşkil etti. Tekaütler maçı ici Necdetleri, Arslan Nihatları, Avnileri, Boncuk Ömerleri, Esatları ve Osmanları sahada görenler eski günleri hatırladılar. Dünün şöhret­ leri, göbekli ve kır saçlı insanlar olu­ vermişlerdi. Eğer şakaklar ağarmamış ve biraz kalınlaşmamış olsalardı bu şöhretler, oyun itibariyle bugün­ külerle pek âlâ mukayese edilebilir­ lerdi. Verdikleri paslar, yaptıkları ince hareketler, dünün bugünden fer­ den kuvvetli olduğu kanaatim uyan­ dırıyordu. Sarı-Lâcivertliler ezeli ra­ kiplerini gene gafil avlamışlardı. Kadroları onlara nazaran daha genç futbolculardan kurulu idi. Bunun

C

Dinamo Galatasaraya gol atıyor Turgaya ellinci yıl hediyesi AKİS, 22 EYLÜL 1956

31

SPOR neticesinde ilk hamlede iki gol ata­ rak arayı açmaya muvaffak oldular. İkinci devreye Sarı-Kırmızılılar genç oyuncularını alarak çıktılar. Gençler içersinde meşhur kaleci Os­ man, Faruk ve Tek seçici Eşfak Aykaç ta vardı. Aykaç bir iki güzel hareket yaptı ve haklı olarak alkış­ landı. Ama taktikdeki mahareti ve rakibin oyununa karşı kullandığı tabye gene müspet netice vermemişti. Takımını ezeli rakibi karşısında 2-0 mağlûbiyetten kurtaramadı. Tribün­ leri dolduranlar maçın son dakikala­ rı gelip çattığı bir sırada hep bir ağızdan tempo ile Osmana bağırmaya başladılar. Fakat bu takdir ifade eden sevgi dolu bir seslenişti. Osman vazifesini yapmıştı. Hem de mutadı karşısında Fenerbahçeli Naci yoktu. hilâfına gol da yememişti. Çünkü Bu maçtan evvel Fenerbahçe ile Ga­ latasaray genç takımları arasındaki Karşılaşma 1-0 Sarı-Kırmızılı takım lehine kapanmıştı. Galatasaray — Dinamo

günün en mühim maçına gelip S ıra çatmıştı. Sofya Dinamosu hak­

Güreş

Avrupa turnesi

acaristanda elde edilen muvaf­ Mfakiyetlerden sonra geride bı­

raktığımız hafta içersinde Güreş Millî Takımımız Yugoslavyada kar­ şılaşmalarına devam etti. Opatya şehrinde yapılan müsabakalarda bil­ hassa serbest silide büyük bir muvaf fakiyet kazanıldı. . Bilek, Kartal, Güngör, Doğan, Karabacak ve Kap­ lan kendi kilolarında şampiyon ol­ dular. Sekiz sıkletin altısını kazan­ mak bizim bu vadideki kuvvetimizi göstermeye kafi gelmişti. Zaten artık serbest güreşte dünyada kolumuzu bükecek millet yoktu. Melburn olimpiyatlarında bu stilde şam­ piyon olacağımız şimdiden herkes tarafından kabul ediliyordu. Ama Greko-Romen öyle değil! Macaristanda birtek Hamit Kaplan Antonsonu yenerek şampiyon olmuştu. Yugoslavyadaki karşılaşmalar ise, şu satırların yazıldığı sırada de­ vam ediyordu. Burdaki derecelerin daha iyi olması ihtimali kuvvetliy­ di. Yugoslavya seyahatinden sonra Millî Takımımız Almanyaya gidecek ve orada da Serbest ve Greko-Romen stilde karşılaşmalar yapacaktır. Bu müsabakalar için "Serbestte kaza­

pe cy a

kında pek çok şey yazılmış ve söy­ lenmişti. Kuvvetli bir takım oldukla­ rı, enerji ve tekniği birleştirerek oy­ nadıkları bilinenler arasında idi. Ama gene de doğrusunu söylemek icap ederse, Galatasarayın maçı kazana­ cağına inananların sayısı fazla idi. Ellinci yıl dönümünde herkes SarıKırmızılı takımdan her zamankin­ den daha fazla vazife bekliyorlardı. Gerçi Galatasaraylılar 2-1 mağlûp oldular. Fakat hiç bir zaman ezilme­ diler, ezdiler. Hele Kadri panaltıyı kaçırmamış olsaydı, netice en azın­ dan bir beraberlik olacaktı. Doğrusu

Kadri gibi bir oyuncudan bu hare­ ket beklenmezdi. Bu büyük fırsa­ tın mağlubiyete başlıca amil olduğu söylenebilirdi. Takım bu hadiseden sonra bir anda sahadan kayboldu. Artık herşeye misafirler hakimdi. Metin'in 35 pastan attığı şaheser gole rağmen Galatasaraylılar saha­ dan 2-1 mağlûp ayrıldılar.

Galatasaray tekaütleri "Heygidi

32

günler hey!."

Hamit Kaplan Tuş

makinası

nırız fakat Greko-Romen belli olmaz" demek yersiz olmayacaktır. Millî Ta­ kımımız bu turneden döndükten son­ ra artık Melburn Olimpiyatlarına kadar millî bir temas yapmıyacaktır. Şayet tahsisat vaziyeti ayarla­ nabilecek olursa, tesbit edilecek mil­ li takım Kasım ayına kadar kampta kalacaktır. Güreşçilerimize gereken her imkânı vermek, tahsisat denilen dar kalıplar içersine sokmadan hu­ zur içersinde çalışmalarını sağlamak teşkilât için kaçınılmaz bir vazifedir.

Su Sporları Türkiye Yelken Birinciliği

s

uhunet + 1 0 dereceye kadar düş­ müştü. Sert bir "poyraz" fırtına­ sı ortalığı kasıp kavuruyordu. Bu hal yurdun muhtelif yerlerinden Türkiye yelken birinciliklerine iştirak etmek üzere İstanbula gelen 111 yelkenciyi fazlası ile üzmüştü. Fenerbahçedeki Yelken kulübünün önünde yarışa ka­ tılacak 52 tekne demirlemişti. Bun­ ların bir kısmı geride bıraktığımız haftanın cuma günü müsabakalara iştirak edebildi. F a k a t o günkü prog­ ram hava muhalefeti yüzünden sona erdirilemedi. Keza ertesi günü de öy­ le oldu. Umumiyetle alâka ve teşvik görmeyen bu branşın Türkiye Bi­ rinciliği müsabakaları da araya gi­ ren mecburi tehirlerle büsbütün sönük bir şekilde nihayettendi. Müsa­ bakalarda İstanbul yelkencileri diğer bölgelere karşı bariz bir üstünlük gösterdiler. AKİS, 22 EYLÜL 1956

A T Ç I L I K Dipsiz kile, boş ambar

Ö

pe cy

nümüzdeki pazar günü İstanbul yarışları sona erecek, Ankara Sonbahar At yarışları başlıyacaktı. Bu yüzden Hipodromda "boya - ba­ dana" faaliyetine hız verilmişti. Sa­ bahları piste çıkan atların sayısı da çoğalmıştı. İstanbul yarışlarının so­ nunu beklemiyen bir çok at sahibi, atlarını Ankaraya göndermişlerdi. Ankaralı meraklılar, yarışların bir an evvel başlamasını istiyor ve sa­ bırsızlanıyorlardı. Fakat Ankara ya­ rışlarının, meraklıları sukutu hayale uğratacağı şimdiden söylenebilirdi. Zira sayıları haftada üç defa yarış yapmaya esasen kafi bulunmayan yarış atları evvelâ İzmirde, sonra Ankara ve İstanbulda koşa koşa turşuya dönmüş ve içlerinden bir çoğu arızalanarak pistten ayrılmış­ tı. Bu sebeple Ankara yarışla­ rında seyredeceğimiz atlar ne kemi­ yet ne de keyfiyet bakımından tat­ min edici bir vaziyette bulunmuyor­ lardı. Halbuki, senenin en alâkaya değer klâsikleri Sonbahar progra­ mında yer alıyordu. Cumhurbaşkanı Kupası, Ziraat Bankası Koşusu, Jo­ key Klüp Mükâfatı, Tarım Bakanlı­ ğı Kupası, Çaldıran Koşusu bunların en mühimleriydi. Bu koşularda az sayıda atın yer alması ve mücadele­ nin mevzuu bahis bulunmaması me­ raklılar kadar yarış idarecilerini de üzüyor olmalıydı. Meraklıları ve idarecileri üzen nokta sadece bundan ibaret te değildi: İstanbuldaki müsamahasız muayeneler, dopingin en büyük ahırlara kadar girdiğini gös­ termişti. Yarışlarda bir takım kirli işlerin döndüğü muhakkaktı ve işin fenası bu mevzularda birinci derece mesuliyet taşıyan komiserler, hâdi­ selere nüfuzda ve gereken tedbirleri almakta kifayetsiz kalıyorlardı. Bu işlerin şimdiye kadar bir düzene sokulamamış olması, ister istemez bun­ dan sonra da bir şeyler beklemenin yersiz olacağı kanaatını uyandırıyor­ du.

lehin halline imkân yoktu. Doping cihanının başını, mesuliyetlerin sarahatla tayin edilmemiş olması teş­ kil ediyordu. Bir hâdiseden hem ant­ renör, hem jokey, hem de at sahibi mesul addediliyor ve işlenen bir suç­ ta bunların hepsinin iştiraki var farzediliyordu. Bu pratikte bir çok mah­ zurlar doğuruyordu. Yarış nizamla­ rının ruhuna ve tatbikatın ortaya koyduğu hakikatlara göre, doping hadiselerinin mesulü antrenörden başkası olmamalıydı ve olamazdı. İz­ mirde oturan ve atlarını ehliyetli bir antrenöre tevdi eden bir W. Giraud'nun, Tarsusta oturan bir Şadi Eliyesil'in İstanbulda yarışan atlarında "hasbelkader" doping çıkıverince, hâdiseyle zerre kadar alâkaları bu-

Doping arış sahalarımızın bitmek tüken­ mek bilmeyen derdi dopirigti ve halen meriyette bulunan nizamlar cesaretle değiştirilmedikçe bu mese-

Y

AT ve SPOR En doğru tahmin En iyi haber Çarşamba günü çıktı.

AKİS,

Bütün

bayilerde

bulunur.

22

EYLÜL 1956

Çıkar yol alâkalı bütün mesele­ Y arışçılıkla lerde olduğu gibi, doping meselesi de eder ve bu sayede değil, ancak iyi serler Heyetinin kapısına götürüyor­ du. Bu heyetin muhtelif mülâhaza­ larla dopingin serbest bırakılmasına yanaşmıyacâğı biliniyordu. Halbuki dopingin serbest bırakılması hem bir­ çok dedikoduyu, hem de bazı atçıla­ rın haksız yere töhmet ve ceza teh­ didi altında kalmalarını önliyebilirdi. Bundan başka birçok yarışçılar dopingin zararlarını bizzat müşahe­ de öder ve bu sayede değil, ancak iyi bakım ve iyi idmanla muvaffakiyete erişilebileceğini anlarlardı. Dopingin

a

Yarışlar

suretle atın diskalifye edilmesi hem bir masumiyetin cezalandırılmasına, hem de çok kıymetli safkanların -yetiştirilmesi için bunca emek har­ canan safkanların- pistten ayrılması­ na yol açıyordu.

Ankara Hipodromunda meraklılar Gözler

Yüksek

Komiserlere

lunmadığı halde cezalandırılmaları revayı hak mıydı? Tek atla "yarış­ çılık" denen bu zahmetli işe atılan diğer at sahipleri için de vaziyet bun­ dan farklı değildi. Fakat nizamların sakatlığını anlamak için, doping felâ­ ketinin büyük ahır sahiplerinin başı­ na gelmesi icap etti. Doping hâdise­ lerinde giderilmesi gereken bir hak­ sızlık ta fiile mevzu teşkil eden atla­ rın diskalifye edilmeleriydi. Bir yarışı kazanmasını kolaylaştırmak için kendisine doping verilen bir atın, bunda, ne günahı olabileceğini anla­ mak cidden çok, ama pek çok güçtü. Bu suretle at sahibine ek bir ceza ve­ rilmek istenmiş olabilirdi. Fakat bir çok zaman mümkün olmuyordu. Bu hiplerinin çoğunun bu gibi hadiseler­ le alâkası bulunmuyordu . Alâkası bulunanların da suçluluğunu ispat çok zaman mümkün olmuyordu. Bu

çevrildi

serbest bırakılması halinde bu muzır faaliyetin şimdiki kadar revaç bulamıyacağı da ortadaydı. Hangi mülâ­ hazayla olursa olsun bu serbesti; za­ rarlı görülüyorsa, o takdirde yapıla­ cak tek iş kalıyordu. Mesulleri ve me­ suliyetlerinin hudutlarım açıkça çiz­ mek. Doping hâdisesinden ancak ve an­ cak antrenörler meûl olmalıydı. Jo­ keylerin ve at sahiplerinin mesuliyeti sadece sarih ve maddi delillerin mev­ cudiyeti halinde mevzuu bahis edil­ meliydi. Hele atın diskalifye edilme­ si gibi sakım bir usûle asla iltifat edilmemeliydi. Ankara yarışlarının başlıyacağı şu günlerde Yüksek Komiserleri bekliyen en mühim vazife nizamnamenin bu aksaklığını gidermek olmalıydı. Esasen bütün gözler ve ümitler de onlara çevrilmiş bulunuyordu.

33

cy a

pe

a

cy

pe

cy a

pe

Smile Life

Show life that you have a thousand reasons to smile

Get in touch

© Copyright 2024 DOKU.TIPS - All rights reserved.