bağa girdim üzüm yok türküsünün hikayesi aşırı acil yoksa (ÇANKIRI) yöresine ait notaları ve hikayeleri olan bi türkü bulurmusunuz hiç bulamadım lütfen
Yıpranmış kilimin üstünde oturuyor. Uzun siyah eteğiyle kapattığı ayaklarını önüne uzatmış, kat kat giysilerin altından bile belli olan kamburunu bahçe duvarına yaslamış. Beyaz buruşuk derinin altında dallanmış yeşil damarlı elleri dizlerinin üstünde. Gölgesinde oturduğu asma çardağında kımıldaşan yaprakların arasından sızan gün ışığı kirpiksiz gözlerini yaşartmış. Solgun yanaklarında birer damla gözyaşı. Önündeki derin çizgileri aşabilse aşağıya doğru yuvarlanacak diye bekliyor sanki. Göğsünde bozulmuş bir saatin düzensiz tik takları, açık ağzından ve burnundan girip çıkan yetersiz bir dar nefes. Son nefes gibi...
Uçup gittiği yerden ara sıra dimağına dönen muhayyelesinde maziden bir türkü:
Bağa girdim üzüme
Diken battı dizime.
Eğildim çıkartmaya
Yar ilişti gözüme.
Türkü, aklından süzülerek dişsiz ağzında ve kuyu dibinden gelen zayıf titrek sesinde can bulmaya başlamışken hazin bir esinti okşuyor kadının yüzünü. Başörtüsü titreşerek omuzlarına kayıyor. İnce örgüsünden kurtulan gümüşi teller sim gibi parıldayıp çehresinde uçuşuyor. Kendini rüzgârın yelden kanatlarına bırakıyor kadın. Üstüne oturduğu kilim havalandı sanıyor. Kendisi gibi ak pürçekli bulutların arasından süzülerek bir yolculuk yapıyor çok uzaklarda bıraktığı geçmişine doğru. Çocuksu, masalsı bir yolculuk. Asra yakın yaşantısından, yaşanmışlıklarından, gençliğinden, güzelliğinden artakalan düşkün bedeninden umulmadık bir hafiflik kaplıyor içini. Anne karnı huzuru sarmalıyor yaşlı bedenini.
Kilimin gökyüzündeki uzun ve huzurlu yolculuğu uçsuz bucaksız bir üzüm bağında son buluyor nihayet. Yazın sıcak nefesi, aynı boylarda budanmış kahverengi asma kütüklerinin üstündeki salkımları büyütüp ballandırmış. Siyah, beyaz, mor tanelerin birbirine sokularak oluşturduğu kümeler, esnek dallardan sarkıyor. Küçük ve telaşlı bir kız –beş yaşlarında olsa gerek– düzensiz kesilmiş kâküllerini alnından geri iterek çırpı bacaklarını açıkta bırakan kısa kollu, eski elbisesinin etekleri uçuşa uçuşa bir asma kütüğünün etrafında fır dönüyor. Salkımların çevresinde vızıldayan arılardan korkmasına rağmen parmak uçlarına yükselerek esnek bir daldan mor bir üzüm tanesi koparıp ağzına atıyor. Dilinde ve damağındaki tatlı buruk tadın hazzıyla pembe dudaklarını yalarken annesi geliyor. ‘Yıkanmadan yenmez kızım’ ‘O zaman sen de yıka ver anne’. Mor bir salkımı gövdesine tutunduğu yeşil sapından makasla kesip ayıran anne, bağın kenarındaki arka doğru yürüyor. Defalarca akarsuya daldırıp çıkarttığı salkımı elinde sarkıta sarkıta kızının yanına geliyor. Salkımı kızının ellerine tutuşturup, gölge yere yaydığı eski kilimin üstüne oturtuyor. Ben dönünceye kadar kilimin üstünden kalkmayasın, anlaştık mı?’ diyerek yumuşak bir sesle tembihliyor kızına. Göz göze geliyor anne kız. Bir çift üzüm karası sanki annenin gözleri. Sarı yeşil halkalar yine sarmış göz çevresini. Babası olamaz. Ondan kaçalı aylar olmuş, biliyor. ‘Dayım mı’ diyor ‘anne?’ Sorusu üzüm bağında kayboluyor, ya da annesi duymazdan geliyor. ‘Hele bağ bozumu bir bitsin, şehre kaçarız seninle. Önce iş bulurum ben, sen okula başlarsın. Okur, güçlü biri olursun. O vakit kimseler ezemez seni. Küçük bir evimiz de olur belki. Mutfağında üzümlü kekler yaparız birlikte. Şimdi burada uslu otur. Beraber yaşayacağımız güzel günlerin hayalini kurarsan sıkılmazsın, işim biter bitmez hemen dönerim ben de’. Anne boş ahşap kasaları alıp giderken kız sesleniyor arkasından. ‘Bağ bozumu ne zaman biter ki anneciğim?’ ‘Gördüğün bu üzümlerin hepsini topladıktan sonra’.
Bağ giderek kalabalıklaşıyor. Her taraftan bağ makaslarının şak şak sesleri ve o tanıdık türkünün oynak melodisi geliyor: ‘Bağa girdim üzüme’. Türkü söyleyenler ne mutlu diye düşünüyor küçük kız. Annem de türkü söyleseydi keşke. Şehre gittiğimizde belki...
Yalnız değil. Etrafında başka çocuklar da var şimdi. Kimisi büyüklerin tembihlediği gibi üstüne oturduğu yaygının sınırından dışarı çıkmıyor, kimisi verdiği sözü unutarak sınırlarının dışına taşmış çoktan.
Küçük kız gözlerini kapatmış, uçan kilimin üstünde bambaşka bir dünyaya yolculuk yapmakta. Annesinin bağ budamaktan nasırlaşmış parmakları tarıyor saçlarını. Kilim havalanıp yükseldikçe babası, dayısı, annesinin hep korkuyla bahsettiği ama onun tanımadığı kötü insanlar, küçülerek silikleşip kayboluyorlar. Mutlular, yıldızlara türkü söylüyor anne: ‘Bağa girdim üzüme’.
Kulak patlatan bir gürültü çarpıyor hayallerine ve irkiliyor aniden. Gök mü yarıldı yoksa?. Yıldızlar sönüveriyor, bulutlar kararıyor, annenin türküsü susuyor, uçan kilim sarsılarak iniveriyor göklerden. Kız gözlerini açıyor ürkek ürkek. Üzüm toplayan işçiler, çocukları sağa sola koşuyorlar telaşla. Küçük kız, ayaklarından çivilenmiş gibi kilimin üstünde kıpırtısız kalmış. İlk patlamanın hemen arkasından gerçekleşen ikinci patlamada annesinin çığlıklarını duyunca sese doğru birkaç ürkek adım atıyor. Patlamalar, kıza kılavuzluk edercesine gümbürdüyor ve her patlama küçük göğsünde dörtnala koşan atın sırtına ateşten kırbaç gibi iniyor. Yüzünü göremediği bir adam, koşarak bağdan uzaklaşıyor.
Birkaç adım ilerisinde, bodur bir asma kütüğünün altına yığılmış annesini fark etmesi uzun zaman almıyor. Koşup sarılıyor. Annesinin ellerine bulanmış kırmızı sıcak sıvıyı, topladığı mor üzüm sularından olabilir diye düşünüyor. Neden sonra ölümü anımsayıp da birkaç ay önceki o olayı hatırlıyor, kendisi de bilemiyor. Ölümle ilk kez tanışmıştı o gün ve çok üzülmüştü bu tanışmışlıktan. Yağmurlu bir günde çalı dibinde kaskatı uyuyan bir serçeyi kaptığı gibi eve koşmuştu. Gözleri kapalıydı minik kuşun. Hafızasında gergin, sinirli yüzü ve bas bas bağıran sesiyle kalmış babası ‘ ölmüş kuşu ne diye eve getirirsin’ diye çok kızmıştı. ‘Ama o uyuyor’ diyebilmişti karşısında bağırıp çağıran adama. Babası da ince kollarından tutup ileri geri sarsarak kızın gözlerinin içine bakmıştı dosdoğru. ‘Ölmüş’ diye bağırdıktan sonra serçeyi bacağından tuttuğu gibi görünmezlere savurmuştu öfkeyle. O günden sonra annesini ölümle tehdit eden babasından hem çok korkmuştu, hem de nefret etmişti. Ölüm, oradan yerleşmişti hafızasına. Annesi ölmüş olsaydı gözleri kapalı olmaz mıydı tıpkı minik serçeninkiler gibi? Karasında, talan vurmuş bir asma kütüğünün donakaldığı açık gözlerden umutlanıp seviniyor. Gidebilecekler nihayet. Annesinin gözlerine yansımış üzüm dalları, salkım salkım yüklerinden kurtulmuş, bağ bozumu bitmişti çoktan... Sıra, her ikisinin de gözlerini kapatıp birlikte yaşayacakları dünyanın hayalini kurmaya ve kendilerini masallardaki uçan kilimin sihirli kanatlarına bırakmaya geliyor.
Koşarak gelip eski kilimin üstünde bağdaş kurup oturuyor kız. Önünden, arkasından, yanlarından dolan rüzgârlarca dürülüp bükülerek havalanıyor kilim. Yarışı başlıyor ömürle zamanın. Vaktin nasıl geçtiğinden habersizce yaşlanıyor küçük kız. Ömür pes ettiği günse uçan kilim toprağa düşüyor, bir daha havalanmamak üzere. O gün, bu gündü galiba ve bir bağ bozumu mevsimiydi aylardan.
Cevap
Yıpranmış kilimin üstünde oturuyor. Uzun siyah eteğiyle kapattığı ayaklarını önüne uzatmış, kat kat giysilerin altından bile belli olan kamburunu bahçe duvarına yaslamış. Beyaz buruşuk derinin altında dallanmış yeşil damarlı elleri dizlerinin üstünde. Gölgesinde oturduğu asma çardağında kımıldaşan yaprakların arasından sızan gün ışığı kirpiksiz gözlerini yaşartmış. Solgun yanaklarında birer damla gözyaşı. Önündeki derin çizgileri aşabilse aşağıya doğru yuvarlanacak diye bekliyor sanki. Göğsünde bozulmuş bir saatin düzensiz tik takları, açık ağzından ve burnundan girip çıkan yetersiz bir dar nefes. Son nefes gibi...
Uçup gittiği yerden ara sıra dimağına dönen muhayyelesinde maziden bir türkü:
Bağa girdim üzüme
Diken battı dizime.
Eğildim çıkartmaya
Yar ilişti gözüme.
Türkü, aklından süzülerek dişsiz ağzında ve kuyu dibinden gelen zayıf titrek sesinde can bulmaya başlamışken hazin bir esinti okşuyor kadının yüzünü. Başörtüsü titreşerek omuzlarına kayıyor. İnce örgüsünden kurtulan gümüşi teller sim gibi parıldayıp çehresinde uçuşuyor. Kendini rüzgârın yelden kanatlarına bırakıyor kadın. Üstüne oturduğu kilim havalandı sanıyor. Kendisi gibi ak pürçekli bulutların arasından süzülerek bir yolculuk yapıyor çok uzaklarda bıraktığı geçmişine doğru. Çocuksu, masalsı bir yolculuk. Asra yakın yaşantısından, yaşanmışlıklarından, gençliğinden, güzelliğinden artakalan düşkün bedeninden umulmadık bir hafiflik kaplıyor içini. Anne karnı huzuru sarmalıyor yaşlı bedenini.
Kilimin gökyüzündeki uzun ve huzurlu yolculuğu uçsuz bucaksız bir üzüm bağında son buluyor nihayet. Yazın sıcak nefesi, aynı boylarda budanmış kahverengi asma kütüklerinin üstündeki salkımları büyütüp ballandırmış. Siyah, beyaz, mor tanelerin birbirine sokularak oluşturduğu kümeler, esnek dallardan sarkıyor. Küçük ve telaşlı bir kız –beş yaşlarında olsa gerek– düzensiz kesilmiş kâküllerini alnından geri iterek çırpı bacaklarını açıkta bırakan kısa kollu, eski elbisesinin etekleri uçuşa uçuşa bir asma kütüğünün etrafında fır dönüyor. Salkımların çevresinde vızıldayan arılardan korkmasına rağmen parmak uçlarına yükselerek esnek bir daldan mor bir üzüm tanesi koparıp ağzına atıyor. Dilinde ve damağındaki tatlı buruk tadın hazzıyla pembe dudaklarını yalarken annesi geliyor. ‘Yıkanmadan yenmez kızım’ ‘O zaman sen de yıka ver anne’. Mor bir salkımı gövdesine tutunduğu yeşil sapından makasla kesip ayıran anne, bağın kenarındaki arka doğru yürüyor. Defalarca akarsuya daldırıp çıkarttığı salkımı elinde sarkıta sarkıta kızının yanına geliyor. Salkımı kızının ellerine tutuşturup, gölge yere yaydığı eski kilimin üstüne oturtuyor. Ben dönünceye kadar kilimin üstünden kalkmayasın, anlaştık mı?’ diyerek yumuşak bir sesle tembihliyor kızına. Göz göze geliyor anne kız. Bir çift üzüm karası sanki annenin gözleri. Sarı yeşil halkalar yine sarmış göz çevresini. Babası olamaz. Ondan kaçalı aylar olmuş, biliyor. ‘Dayım mı’ diyor ‘anne?’ Sorusu üzüm bağında kayboluyor, ya da annesi duymazdan geliyor. ‘Hele bağ bozumu bir bitsin, şehre kaçarız seninle. Önce iş bulurum ben, sen okula başlarsın. Okur, güçlü biri olursun. O vakit kimseler ezemez seni. Küçük bir evimiz de olur belki. Mutfağında üzümlü kekler yaparız birlikte. Şimdi burada uslu otur. Beraber yaşayacağımız güzel günlerin hayalini kurarsan sıkılmazsın, işim biter bitmez hemen dönerim ben de’. Anne boş ahşap kasaları alıp giderken kız sesleniyor arkasından. ‘Bağ bozumu ne zaman biter ki anneciğim?’ ‘Gördüğün bu üzümlerin hepsini topladıktan sonra’.
Bağ giderek kalabalıklaşıyor. Her taraftan bağ makaslarının şak şak sesleri ve o tanıdık türkünün oynak melodisi geliyor: ‘Bağa girdim üzüme’. Türkü söyleyenler ne mutlu diye düşünüyor küçük kız. Annem de türkü söyleseydi keşke. Şehre gittiğimizde belki...
Yalnız değil. Etrafında başka çocuklar da var şimdi. Kimisi büyüklerin tembihlediği gibi üstüne oturduğu yaygının sınırından dışarı çıkmıyor, kimisi verdiği sözü unutarak sınırlarının dışına taşmış çoktan.
Küçük kız gözlerini kapatmış, uçan kilimin üstünde bambaşka bir dünyaya yolculuk yapmakta. Annesinin bağ budamaktan nasırlaşmış parmakları tarıyor saçlarını. Kilim havalanıp yükseldikçe babası, dayısı, annesinin hep korkuyla bahsettiği ama onun tanımadığı kötü insanlar, küçülerek silikleşip kayboluyorlar. Mutlular, yıldızlara türkü söylüyor anne: ‘Bağa girdim üzüme’.
Kulak patlatan bir gürültü çarpıyor hayallerine ve irkiliyor aniden. Gök mü yarıldı yoksa?. Yıldızlar sönüveriyor, bulutlar kararıyor, annenin türküsü susuyor, uçan kilim sarsılarak iniveriyor göklerden. Kız gözlerini açıyor ürkek ürkek. Üzüm toplayan işçiler, çocukları sağa sola koşuyorlar telaşla. Küçük kız, ayaklarından çivilenmiş gibi kilimin üstünde kıpırtısız kalmış. İlk patlamanın hemen arkasından gerçekleşen ikinci patlamada annesinin çığlıklarını duyunca sese doğru birkaç ürkek adım atıyor. Patlamalar, kıza kılavuzluk edercesine gümbürdüyor ve her patlama küçük göğsünde dörtnala koşan atın sırtına ateşten kırbaç gibi iniyor. Yüzünü göremediği bir adam, koşarak bağdan uzaklaşıyor.
Birkaç adım ilerisinde, bodur bir asma kütüğünün altına yığılmış annesini fark etmesi uzun zaman almıyor. Koşup sarılıyor. Annesinin ellerine bulanmış kırmızı sıcak sıvıyı, topladığı mor üzüm sularından olabilir diye düşünüyor. Neden sonra ölümü anımsayıp da birkaç ay önceki o olayı hatırlıyor, kendisi de bilemiyor. Ölümle ilk kez tanışmıştı o gün ve çok üzülmüştü bu tanışmışlıktan. Yağmurlu bir günde çalı dibinde kaskatı uyuyan bir serçeyi kaptığı gibi eve koşmuştu. Gözleri kapalıydı minik kuşun. Hafızasında gergin, sinirli yüzü ve bas bas bağıran sesiyle kalmış babası ‘ ölmüş kuşu ne diye eve getirirsin’ diye çok kızmıştı. ‘Ama o uyuyor’ diyebilmişti karşısında bağırıp çağıran adama. Babası da ince kollarından tutup ileri geri sarsarak kızın gözlerinin içine bakmıştı dosdoğru. ‘Ölmüş’ diye bağırdıktan sonra serçeyi bacağından tuttuğu gibi görünmezlere savurmuştu öfkeyle. O günden sonra annesini ölümle tehdit eden babasından hem çok korkmuştu, hem de nefret etmişti. Ölüm, oradan yerleşmişti hafızasına. Annesi ölmüş olsaydı gözleri kapalı olmaz mıydı tıpkı minik serçeninkiler gibi? Karasında, talan vurmuş bir asma kütüğünün donakaldığı açık gözlerden umutlanıp seviniyor. Gidebilecekler nihayet. Annesinin gözlerine yansımış üzüm dalları, salkım salkım yüklerinden kurtulmuş, bağ bozumu bitmişti çoktan... Sıra, her ikisinin de gözlerini kapatıp birlikte yaşayacakları dünyanın hayalini kurmaya ve kendilerini masallardaki uçan kilimin sihirli kanatlarına bırakmaya geliyor.
Koşarak gelip eski kilimin üstünde bağdaş kurup oturuyor kız. Önünden, arkasından, yanlarından dolan rüzgârlarca dürülüp bükülerek havalanıyor kilim. Yarışı başlıyor ömürle zamanın. Vaktin nasıl geçtiğinden habersizce yaşlanıyor küçük kız. Ömür pes ettiği günse uçan kilim toprağa düşüyor, bir daha havalanmamak üzere. O gün, bu gündü galiba ve bir bağ bozumu mevsimiydi aylardan.