ORTAÇAĞ IN ÇELİŞKİLİ SALINIMLARI: SOSYO-KÜLTÜREL BİR PERSPEKTİF CONTRADICTORY OSCILLATIONS OF THE MIDDLE-AGE: SOCIO- CULTUREL PERSPECTİVE

Selçuk BOZAĞAÇLI∗ Serhat SOYŞEKERCİ∗∗

ORTAÇAĞ’IN ÇELİŞKİLİ SALINIMLARI: SOSYO-KÜLTÜREL BİR PERSPEKTİF ÖZET Tüm Ortaçağ’ın çelişkilerini dopdolu eden

Author Aysu Sunay

1 downloads 140 Views 260KB Size
Selçuk BOZAĞAÇLI∗ Serhat SOYŞEKERCİ∗∗

ORTAÇAĞ’IN ÇELİŞKİLİ SALINIMLARI: SOSYO-KÜLTÜREL BİR PERSPEKTİF ÖZET Tüm Ortaçağ’ın çelişkilerini dopdolu eden gelişimin arka-planına (adeta bir mercek ile) bakıldığında; Potlaç Oyunu’nu görmek olasıdır. Batı; Batılı-olma yolunda oldukça çelişkili ortam ve düşünsel alandan sentezlemeler yaparak ‘Doğudan kopma’ şeklinde bir uslûp kullanmıştır. Doğu; kendince-hayatını uslup değiştirmeksizin yaşarken... Bu çelişkiyi, Ortaçağ’ın sonlarında çözülebilirliğe eriştirmiştir. Yani; kendi sosyo-ekonomisi’ni/ sosyo-politik’ini/ sosyo-kültüreli’ni yeniden inşa etmiştir. Anahtar Kelimeler: Minyatür Sanatı, Kolektif Zihniyet, Sonlu-Evren Zihniyeti, SonsuzEvren Zihniyeti, Newtoncu Paradigma, Kartezyen Zihniyet.

CONTRADICTORY OSCILLATIONS OF THE MIDDLE-AGE: SOCIOCULTUREL PERSPECTİVE ABSTRACT When we look through the background of all the Middle Age’s contradiction, we can see Potlac Game. West, in the way of being Western, with the contradictions and synthesis, seperate itself from the east. While East as on the same way, West became different. This contradiction was being solved in the end of the Middle-Age. Keywords: Miniature Art, Collective Mantality, Finished – Cosmos Mantality, Continious Cosmos Mantality, Newton’s Paradigm, Cartesian Mantality.

GİRİŞ Tarihin karşısında duran Batılı insan; törenimsi bir ruhsal hal ile kendi dönemini ve özellikle kusur ve hatalarının başlangıç-nedenini bulmak ve bulduğu/ karşılaştığı cevapsız-olumsuzlukları bir daha görmemek üzere bir menfa (sürgün yeri) arama telaşlarına kapılarak, yüzünü uzak-geçmişe çevirmiştir. İşte bu-çeviriş; Ortaçağ’ı ‘karanlık’ bir geçmiş-dünya biçiminde bulmasına neden olmuştur. Böylece de, Ortaçağ; günümüz perspektifinden Batı’nın ve Batılı’nın (kültür ve uygarlık ∗

Yrd.Doç.Dr., Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Biga İ.İ.B.F., İktisat Bölümü. Öğr. Gör.Dr., Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Biga İ.İ.B.F., İşletme Bölümü.

∗∗

1

anlamında) en büyük ‘arınma platformu’ olarak algılanmaya başlanmıştır. Böylesi bir sürgün mekanı aramasının arka-planı’nda; geçmişin, çelişkiler ile doluluğu bulunmaktadır. Bu şekilde bir genelleme yapılırken o-dönemin ‘bazı ana özellikleri’ yol gösterici oldu: a) Her bir toplumun ‘kendini belirleme’ ve ‘kendi değerlerini somutlaştırmak’ ya da ‘kendi kavrayışını’ ortaya koyuş biçimi vardır ve bunlar yadsınamaz toplumsal gerçeklikler olarak tarihte yerlerini alırlar. Bu bağlamda olmak üzere; Batı’nın kendini ortaya koyma ya da ifade biçimselinin hiyerarşik terimlerden oluşmuşluğu b) Başlangıç-anı’ndan itibaren toplumun alt kademelerine ‘muştu’ mahiyetinde bir söylem biçimine sahip olan Hıristiyan Dini’nin, giderek zengin-kişi/ zenginlik-servet düşmanlığı biçimine büründürülerek Kilise eli ile (yeniden) din’leştirilmişliği c) Dinleştirilen’in ise; dünyevilikten kaynaklandırılmış endişe-korku-kaygı ile donatılmışlığı d) Dolayısı ile de zihnin, göklere yöneltilerek ‘belirsizin beklentisi’ ile dünyadan ilgisinin kestirilmişliği olarak var olagelmişlerdir. Son özellik ise; dönemin ‘aşırılıkları’nda önemli bir başlangıç teşkil etmektedir. Dinsel, gösteri ve uygulama alanı olarak, tarikat kurumsalından adeta medet umulmaya başlanması giderek tarikat bollaşmasına neden olmuştur. Bu da, ‘tarikatlar arası dindarlık rekabet olgusuna’ yol açtı ve din-dışılık’ın din-gibi telakki edilmesi ile çoklu-dinsel öğe ve ıstılahın (aynı zamanda da, yaptırım zorlukları) çoğalmasına neden olmuştur. Dinin ve toplumun ‘tefazuli’ler ile aşırı yüklenmişliği; sonunda, Rönesans ve Aydınlanma Dönemlerinde laisizm olarak sosyo-kültürel patlamayı getirmiştir. Yaşamın ve zihnin, boşluk bırakmamacasına din ile doldurulmuşluğu; bir yandan fizik ve metafizik ayrımsalının uhrevi ve dünyevi şeklinde oluşmasını hazırlarken... Öte yandan, dünyeviliği açıklamanın yanlışlarının (bilimsel-felsefi araçların kullanılmaması) da çoğalmasında etken rol üstlenmiştir. Böylece de, ‘zihin göklere çevrilmiş’ oldu. Yani; gerçek’in yerine, düş / düşünmek yerine, düşünce simülasyonu geçerli kılınmıştır. I. AYDINLIK-KARANLIK YA DA ÇELİŞKİLİ SALINIMLAR “Avrupa’nın Aydınlanmacılar ile Romantizm arasında yaşadığı salınım, akl’ın rasyonelliği ile geleneklerin yeniden kurulmasına karşılık gelmiştir.” (Strauss, 1997: 14) Avrupa Ortaçağı’nın tüm zaman-mekân içinde kapsayıcı bir evrenselcilik

vaazı, demokrasi, insan hakları, toplum sözleşmesi gibi biçimsellerde ahlakdışı kalmışlığının keşfedici yönünü ortaya koyar. Modeli olduğunu iddia ettiği çoklu2

kültürellik ve dilsel-çoğulluk olguları da bu hali ile sıklıkla korunan ‘benmerkezci’ bir ağırlık merkezi oluşturmuştur. I.1. HAYATIN BURUKLUKLARI Bu tür bir algılama sistematiğine bağlı olarak bir başka çelişki de görünür hale

gelmektedir:

Dönemin

koşullarının

ne-olduğuna

biraz

yakınlaşınca,

yaşanılanların ‘çelişki’ ile tanımlanması yerine ‘hayatın buruklukları’ diye de ifade edilebilir. Acı; bir araç gibi insana sunulamaz / kullanılması beklenemez. Acı zaten gündelik hayatın içinde tedavüldedir. Ancak ne var ki acının ‘değdirilmiş el’ yolu ile ‘sancılaştırılması’ ona yöntem halini almış çarpık bir izlek sunmaktadır. Burukluk ise; zaman ve mekâna göre farklı kullanımlardan doğmuş çelişki ya da zıtlıklardan ‘insana yansıyanlar’ olduğundan, bir döneme özgü ‘merkez’lerin, ellerinde birer araç görevi görmeleri de pek fazla şaşırtıcı olmasa gerek. Dönemin sosyo-kültürel’i ve Kilise Zihniyeti’nce; yaşamın mikro (birey) ve makro (toplum) platformlarında hemen herşeyin kontrollü olarak ‘ancak bahşedilir olması’, herbir deney ve deneyiminin ve kültürel birikimin de ‘belirlenmiş’ olarak var-edilmesine neden olmuştur. (Böylesi bir belirlenmişlik’in, Rönesans’tan günümüze dek kullanılmışlığını da bu arada anımsatmak gerekir. Ki, şimdimizi dolduran ve ‘kaos’ ile potlaçvari bir korku kültürü sunan belirsizlik’in ne-olduğunu bir nebze olsun kavrayabilelim.) “Henüz her deney; zevk ile acının, bir çocuğun zihnindeki gibi dolaysızlık ve mutlaklık basamağında yer almakta idi”(Huizinga, 1997: 13) şeklindeki bu saptama cümlesi, dönemini oldukça net açıklamaktadır. Hemen

hemen herbir olgu / olay hiç değişikliğe uğratılmaksızın ve aynı simgelerle bırakılmaksızın ifade ediliyor, Kilise geleneğince dinsel bir içerik kazandırılıyordu. “Korku X Tad alma Karnaval X Dini perhiz İman X Akıl... arasında tereddüt etme.”(Attali, 1999: 17) Dönem, bu tür zıtlıkları bir arada yaşamaktan şikayetçi değildi. Üstelik korku ve güç-aralıklarında tehlikelere atılmayı da büyük bir tutku haline getirmişti. Daha da alt-başlıklarda yaşanan zıtlık ve çelişkileri de aşağıdaki gibi sıralayabiliriz. -Doğal afet + Salgın hastalık + Kötü hasat ve açlık = Hiç olmayacak yoksulluk şeklinde ve sanki bir toplam-değer olarak topluma yansımakta idi. 3

-Hastalık X Sağlık; önemli bir zıtlık şeklinde yaşanmakta ve bizzat aralarındaki boşluk, uçurumlarca büyük bir hacimde idi. -Gecelerin koyu karanlığı/ özellikle de Kuzey’deki kışların karanlık ve soğuk yüzü. -Soğuklara bağlı (iklim) olarak soğuk gıdalara olan mecburi-bağlılık “sıcak gıdalara aç olan Kuzey Avrupa; halkının kullanabileceği ucuz kalorileri kitlesel olarak arttırma olanağını Amerika’da bulmuştur. Bunun sonunda da; gıda maddeleri maliyetlerinde nisbi bir ucuzluk yaşanmıştır.”(Attali, 1999: 245) Amerika’nın keşfi ile Avrupa’nın doğrudan kazancını bu somut olay zincirinde gözlemlemek olasıdır. Bu hal, bugün için de aynen devam etmektedir. -Çelişkinin çok daha görünür olduğu mekan’ın; zenginlik ile yoksulluğun örtüştüğü yer olduğunu söyleyebiliriz. Merkezdeki zenginlik ile gelen rahatlık ve yaptırım gücü ile bunun çemberinde yer alan yoksulluğun birbirleri ile tezat teşkil etmelerinin yanısıra, yine bu ikisinin tek tek var-oluş nedeni olmaları da çelişkiyi büyütmektedir. Böylesi bir çelişkinin Kilise / manastır ve dilencilik tarikatları’nca desteklenmesi de apayrı bir çelişkidir. (Her ne kadar üstü örtülü bir kısa süreçli uyumu ifade ediyor olsalar da.) I.2. POTLAÇ’A MESAFE KOYMA Tüm Ortaçağ’ın çelişkilerini dopdolu eden gelişimin arka-planına (adeta bir mercek ile) bakıldığında; giderek flulaşan (‘kötüleşen’ tanımını yapmak haksızlık olur) Potlaç Oyunu’nu görmek olasıdır. Önce, Musevi ve sırası ile İslam ve Asyalıİslam geleneği ile kendi inanç dünyası’nın öte-yakası olan Ortodoksi Gelenekten kopması, elbetteki Potlaç Zihniyeti’nin de silikleşmesine neden olmuştur. Batı; Batılı-olma yolunda oldukça çelişkili ortam ve düşünsel alandan sentezlemeler yaparak ‘Doğudan kopma’ şeklinde bir uslûp kullanmıştır. Doğu; kendince-hayatını uslûp değiştirmeksizin yaşarken... Farklılaşanın; Batı olduğunu net gözlemlemekteyiz. Farklılaşma-başlangıcı ve devamı sürecinde; Doğu’dan paylaştığı düşünsel dünya’ya ait olanı yeniden harmanlayarak ‘kendinde ürettikleri’ ile başkalaşım geçirme sürecine girmiştir. Bu önemli bir çelişkili salınımdır: Bu çelişkili salınım, Ortaçağ’ın sonlarında çözülebilirliğe erişmiştir. Dahası, kendi sosyoekonomisi’ni / sosyo-politik’ini / sosyo-kültüreli’ni yeniden inşa etmiştir. “Çelişkili görünmesine rağmen Batı, Doğu’nun yekpare yapısının karşısına çeşitlilik’i had 4

safhaya çıkartarak kendine özgü bir kimlik yaratacaktır. Bunu; zannedildiği gibi ‘Antikite’nin kavramları ile değil, bizzat Ortaçağ’ın kavramları ile yapmaktadır.” (Attali, 1999: 6)

Potlaç’ın bıraktığı boşluk; Kilise/ tarikat ve din-dışılık’ın ‘dinleştirilmişliği’ ile toplumun yumuşak bir geçiş sürecinde (bir karşıt kutup olarak, belki de...) profanlaştırılma’dan oluşmuş bir olgu demeti ile doldurulmaya başlandı. Potlaç’ın temelindeki ekonomik-olma’dan kaynaklanan veren-el ve alan-el ilişkileri, bu ilişkiler dolayısı ile şan-şöhret ve saygınlık kazanımı farklı bir mecrada ilerlerken, toplumu da başta sosyo-ekonomik ve sosyo-politik olarak biçimlendirmekte idi... Toplumun iç-dinamiklerinden kaynaklanma yerine müsaadeli (kısıtlı) ve bahşedilmiş bir ekonomi modelinin Kilisece uygulanır oluşu sonundadır ki, ekonominin toplumsal-insiyaki işleyişi (Potlaç) yok oldu. Geriye sadece; ekonomik-olan ile hiçbir doğrudan ilişkisi kalmamış güdümlü bir sosyo-kültürel kaldı. Bundan sonraki gelişmeler; sosyo-kültürel’deki ‘oyun’lar şeklinde oluşturulmaya yönelik bir araçtır. Böylesi bir oyun tarz ve uslûbuna karşı-gelişler ise; 13. ve 14. asırlarda görülmeye ve giderek güç kazanmaya başladı. Sosyo-kültürel’deki yoğunlaşma bir süre sonra; kanıksanma’yı ya da profanlaşma’yı... En sonunda da; görünmez’e çekilmeyi gerçekleştirdi. Günlük yaşamda oluşanlar dahi görsele ya da görünür’e çekildi: Şan-şeref-yücelik ya da aşağılanmışlığın türlüsü, adeta sergilenir konumdadır, o-dönemde. Örneğin “cüzzamlı’lar, kaynana zırıltısı çalarak ve geçit yapıyorlarmışcasına yürürlerdi. Dilenciler; biçimsiz bedenlerini sergiledikleri Kiliselerde sızlanıp dururlardı. Adli infazlar/ satışlar/ düğünler ve cenaze alayları... Bunların hepsi, varlıklarını ‘alay halinde’ ilerleyen insanlar çığlıklar/ ağlaşmalar ve müzik aracılığı ile açıkça ilan etmekte idiler.”(Huizinga, 1997: 14) Fakat, yine de, bazı önemli gelişmeleri Potlaç sistematiğini biraz olsun hatırlatması bakımından açmakta yarar var. “İyi Philippee, halkın ‘hangi dil’ den anladığını iyi bilmektedir. 1456’da La Haye’de düzenlediği şenlik sırasında Hollandalılar’a ve Frizon’lara, Utrecht psikoposluğuna ait toprakları ‘fethetmeye yetecek kadar’ parası olduğunu göstermek için, 1000 gümüş mark olan kıymetli bir tabağı sergiletti. Ayrıca da Lille’den 200 bin altın arslan ihtiva eden iki kasa getirtti. Halk da bunlara, ‘baksın/ değerlendirsin diye davet edildi.”(Huizinga, 1997: 25) Yani; 5

devletin savaş için nakit para sıkıntısı içinde olmadığını göstermek maksadı güdüldü. Bu-maksadı biraz detaylandıralım: Bu olay, birkaç önemli noktayı sunmaktadır. 1Utreht psikoposluğu ile (din ve dinsellik) Kraliyet (laik siyasa) arasında o güne dek halledilememiş sorun vardır ve silahlı müdahale ile sorun çözülmeye doğru gitmektedir. (Kazanılırsa, laik siyasanın zaferi olarak anılacaktır.)

2- Halk’a

müracaat ise, (halkın, hangi dil’i bildiğini bilmek) Roma Dönemi’nden beridir, halkın ‘Romalı mülkiyet kaygısı’ henüz yok olmadığı gerçeğinden hareketle Kolektif Mülkiyeti, ‘kendi kişisel mülkiyet duygusu’ ile algılayan bir halk vardır, diyebiliriz Psikoposluğun

mülkiyetindeki

topraklar,

halkın

nazarında

(getiri’den

pay

alamadıkları için) hiç-değerindedir. Buradaki hiçlikten çok kral halkın sağ-duyusuna müracaat etmeyi yeğlemiştir. Çünkü; İyi Philippee, fetih öncesinde ‘olayı’ kendilerine açıklıyorsa bundan, ‘pay gelecek’ anlamı çıkmakta idi... Veren-el / alanel ilişkisi tam tamına geçerlidir, Saray-Halk ikiciliğinde. Önemli bir siyasal sorun; laik siyasa tarafından ekonomik-olan ile donatılmış bir mecraya doğru yönünün çevrilmesidir. I.3. ADALET-GADDARLIK- MERHAMET Dönemin adalet anlayışı, ezici bir çoğunlukla Paganist öğeleri taşımakta idi. Pagan geleneğindeki intikam olgusu, dönemin ihtiyacını karşıladığından kullanılır tutulmakta idi. Fakat; Kilise bir yandan İsevi öğretiye boyun eğerek bağışlama ve barışcıllığı savunmakta idi, oldukça yoğun bir biçimde. Bir yandan da; ödül-armağan ve Cennet kavramlarını üst limitlerinde kullanarak günah’a karşı toplu nefreti körüklemektedir. Günah ve arınma’nın ölçülerini bizzat yürürlüğe koyarak ‘kendisine duyulan ihtiyacı’ aynı frekansta tutmayı başarmıştı. İlahi Adalet kavramsalı ‘öteleri’ çağırıştırmasına rağmen, dünyevi adaletin ihdasında kullanılır olmuştur. Böylesi çelişkilerden sonra sentezi; dünyevi-adalet’de kurabilmiştir. Sonuçta da; Kilise ve devlete, dünyalaştırılmış-adaletin uygulamasında ve bu uygulamada şiddete başvurulmasına meşru bir zemin de hazırlamıştır. Bu arada bazı telakkilerdeki önemli değişimler de yaşanmaya başlanmış ve daha da büyük değişimlere kapı açmıştır. Örneğin; Cinayet-eylem ve kavramsalı... Giderek toplumu tehdit edici bir limite yaklaşırken, birden ‘Tanrıya en büyük hakaret’ şeklinde bir anlama dönüşmüştür... Vakti ile cinayet suçlularının kefaret ödeyerek af-olma yolları, bir şans olarak kullanılırken, bundan sonra bu kapı 6

kapanmış oldu. Böylesi bir anlam ve uygulama değişikliği, Ortaçağ’ın son dönemlerini, tam anlamı ile gaddarlık’ın eline düşürdü. Vahşet boyutuna çoktan dayanmış olan gaddarlık (tam bir çelişki anlamında) halk kesimince ‘yüksek sesli onaylamalara’ dönüştü. ‘Yüksek sesli’ ifadesini kullandık: Gaddarlık... Özellikle resmi otorite ve yetkililerince uygulanışı, tedirginlik yaratması gerekirken, hayvani bir zevk oluşumu ve panayır yerlerinin pespaye eğlence biçimi şekline bürünerek halk’dan resmi otoritelere yansımaya başladı. Alıntılayacağımız birkaç örnek dehşet’in ve eğlence’nin hedef sapmışlığını net olarak göstermektedir: Mous Kenti halkı, O suçlunun parçalandığını görme zevki için kan-bedeli’ni olağandan çok daha yüksek ödeyerek satın almıştır. Haydutun vücudu parçalanırken “Halk sanki yeni bir aziz’in-bedeninin hayata dönmüşçesine sevincini duymuştur... Zavallıları yalvartan infazları; halk, onların uğradıkları işkenceden daha fazla zevk alsın diye geciktirilmekteydiler.”(Huizinga, 1997: 37) Ortaçağ’ın adalet ve gaddarlığını kendi-koşulları içinde değerlendirmenin yerinde olacağını vurgulayalım, bu arada. Elbette ki, günümüzün değerlerinden tamamen uzakta oluşacaktı. Günümüzün değerlerinin anılmadığı o-dönemlerde Merhamet Kavramı ‘boşluğu’ dolduruyordu, biraz da olsa. En kötü cürümleri işletenlerin dahi af’a uğrayabiliyorlardı, tabii ki yakın çevresindekilerin harekete geçmesi sonucunda. Yani; dönemin adaleti af ile cezalandırma gibi iki ekstrem uç arasında çelişkili biçimde salınım yapmakta idi. Yani, gaddarlık ile af/ merhamet; Ortaçağ adalet zihniyetinin üzerini örtmüştür. Bunlara ilaveten; Hasta / Fakir / Deli ve beden özürlülere dönemin merhamet (acıma ve zaman zaman kardeşçe) duyguları ile yine manevi bir şiddet havasında gaddarlığa hedef olmakta, alay ve aşağılayıcı davranışların odağı haline getirilmekte idiler. Örneğin; “bir haydut çetesinin üyelerinin ölüm öyküsü ve, topluluğun kahkahaları patladı. Çünkü; bunların hepsi de yoksul insanlardı.” (Huizinga, 1997: 39) 15. asır Monark Saraylarında davetlileri eğlendirmekle görevli cüce’ler yaşamakta idi. Yemek aralarından gösterilerde bulunurlar ve seyredenler neşelenirdi. Bu konuda da birkaç örnek verilebilir. “Burgonya Dükü Philippe’nin sarışın cücesi Bayan Altını tanımayan yoktu... Yavuz Charles’ın evlenme töreninde Cüce Mme de Beaugrant bir arslanın üzerinde ve çoban kızı kıyafetinde çıkmıştı... Bir düşes, bir cüce kadın 7

edinmiştir. Kızlarını görmeye gelen Deli Belon’un babasına bir ikramiye verilmektedir. Blois’li bir çilingir, birisi Deli Belon’a diğeri düşesin maymununun boynuna takılmak üzere iki demir boyunluk yapmıştır. (Huizinga, 1997: 40) Sonuç olarak şunu ifade edebiliriz: Dönemin Avrupası’nın yaşam, bütünü ile çelişkiler üzerine kurgulanmış bulunuyordu. Kan kokularını saraylı kokular dahi bastıramamakta idi. Dönemin insanı; bir taraftan günah ve Cehennem’den korkunç bir biçimde ürkerken... Bir yandan da çocukça aldanışlara kendini kaptırarak zevkneş’e-gaddarlık-merhamet–zalimlik

arasındaki

yaşanan

çelişkileri

görmezden

gelmekte idi. Yani; dünyevilikten sakınma ve dünyevi olma’nın limitlerini aşarak yaşamak... Bu ekstrem noktaların sentezi olarak İnsan Hakları sentezini nasıl başardılar? Verecekleri cevap çok ilginç olmalı... Dönemin Zihniyeti’nin, hemen herşeyi, genelleştirdiği bir tip ile benzeştirme isteğinin; tek tek ve özen ile ayırıp tekil’i (Bireyselliği) ve sınıflandırma’yı gerçekleştirememesinden kaynaklandığını iddia eden karşı-görüş; bu özelliği dolayısı ile Ortaçağ’daki Zihniyetin acizliğini ileri sürmektedir. Gerçekte ise; ortada ne bir acziyet ne de düşünsel zayıflık vardır. (Böylesi bir karşı-görüş; Perspektifi, özellikle kullanamadıkları için Avrupa-ötesi uygarlıklar hakkında ‘çocukluk dönemi ve çocukça bir zihne sahip olma’ gibisinden yapılan suçlamalara benzemektedir. Böylesi iddia ve suçlamalar; Newton’cu ve Descartes’ci Kartezyen Zihniyetin hali ile söyleyebileceklerinden başkası değildir. Çünkü görünür olan’a göre yürütülen mantık’ın varacağı yer, ancak-burasıdır. Görünmez olan’ın görünür edilmeye başlaması

sonucu

Ortaçağ’ın,

o-gelenekselleştirilmiş

perspektiften

yapılmış

eleştirilerin ‘hiç’ değerinde oldukları gerçeği karşımıza çıkmaya başlamaktadır: Ortaçağ’ın bizzat kendi varlığı

(İnsan ve Zihniyeti) itibarı ile; ‘Şey’lerin, tekil

özellik ve unsurlarını bilinçli bir şekilde bir yana bıraktığı... (çünkü) derin bir idealizm’in sonucu olan bağımlılaştırma ihtiyacı, O’nu bu şekilde davranmaya yöneltmektedir. Söz konusu olan; tekil çizgileri ayırma yeteneksizliğinden çok, şey’lerin anlamını / bunların ‘mutlak’ ile olan bağlantılarını / genel anlamlarını açıklamaya yönelik bilinçli iradedir. Kişisel olamayan, öneme sahip olan’dır. Herşey; model / örnek / ölçü / yöntem olmaktadır. Ortaçağ Zihniyeti’nin en mükemmel meşguliyeti dünyanın fikirler halinde sergilemesi ve bu fikirlerin, hiyerarşik bir

8

sisteme göre sınıflandırılmasıdır.”(Huizinga, 1997: 318) Sonuçta; bütünü tekil parçaya ayırma ve bu tekil-olan’ın niteliklerini inceleme uslûbu ortaya çıkmıştır. II. KİLİSE: MUTLAK-MERKEZ OLMA İHTİYACI Ortaçağ insanı; mensubu bulunduğu toplumunun tekil birimi olarak ve genel bir kategori içinde ‘var-olduğu’nun kesinlikle bilinci içinde olmuştur. Mevcut kategorik ne-varsalar’ın dışında bağımsız bir kişi olarak varlığından söz edilememektedir. Böylesi bir genelleme özel’e indirgendiğinde, örneğin; düşünür’ün, yeni bir düşünsel dünya ortaya koymasından ziyade, mevcut düşünsel-sistematiği devam ettirme kaygısı ile çevrelenmiş olduğunu söyleyebiliriz. Yani; “kişiliği, işinin arkasında silikleşmiştir.”(Akyürek, 1994: 41) Düşünce üretmek / gerçek ve gerçeklik üzerine yeni birşeyler üretmek (ya da, gerçeklik’e eriştiren-bilgi); kimsenin düşünsel mülkiyeti içine girmez. Ortak bir düşünsel çaba ve uzun bir zamansalın içinde yoğurularak elde edilmektedir. Aquino’lu Thomas’ın şu cümleleri olayın daha net olarak algılanmasına yardımcı olabilir: “Tek bir insanın kendi dehası ve çalışması ile ortaya

koyduğu/

gerçeğin

geliştirilmesine

kıyaslandığında çok küçük bir şey’dir. Ama

eklediği

bilginin,

bütünü

ile

seçilen / düzenlenen ve bir araya

getirilen tek tek parçalardan muhteşem bir şey oluşur.”(Akyürek, 1994: 41) Ayrıca; Ortaçağ Dönemi’nin düşünürlerinin eserlerinde ön-plana çıkmamayı, bir gelenek haline getirmiş olduklarını görmekteyiz. Özellikle bireysel anlamda kendi kişilik ve kimliklerinin bilinmesi hususunda “hiçbir ipucu vermemeye özen göstermektedirler”. (Akyürek, 1994: 43)

Dönemin Hıristiyan öğreti ve inancını belirli bir sistematik çerçevesinde düzenleyip ortaya koyan Skolastik Düşünce; Hıristiyanî inanç, öğe ve ıstılahlarını ‘akıl sayesinde ancak kavranabilir’ bir düzeye getirebilme gayreti içinde olmuştur, devamlı suretle. Bu bir yöntem gerektirmektedir ve bu-yöntem ise; net bir biçimde göstermek-açıklamak ve anlatmak üzere kurgulanmıştır. Bu yöntem; tüm Ortaçağ sürecinde bir yandan hedef-gaye haline dönüşürken, bir yandan da zihinlerde adeta yıkılamaz bir yer edinmiştir. Zihnin etki alanı içinde tutulmuşluğunu Aquino’lu Thomas “kutsal doktrin, insan aklını, inancın kanıtlanmasında değil, bu doktrinde ortaya konulan herşeyi açıklığa kavuşturulmasında kullanır”(Akyürek, 1994: 43) şeklinde özetlemektedir. ‘Açıklığa kavuşturmak’ ifadesinin anlamı ise; ‘imanın temellerini akıl sayesinde anlaşılır şekle dönüştürülmesi’dir. Böylesi bir dönüşüm; 9

analitik bir düşünme uslûbunun sayesinde gerçekleştirilmiştir. Kutsal Öğreti’nin tümü kısımlara bölünerek alt-başlıklarına kadar detaylandırılmıştır. Sonra; birbirleri ile benzerlik gösteren bu kısımlar yeniden yeni-başlıklar altında guruplanarak toplanmıştır. En sonunda; bu yeni başlık ve gurupları, öteki başlık ve guruplar ile harmanlaştırarak bir bütüne (iman bütünlüğüne) eriştirmişlerdir. Bu arada, vahy’e konu olmamış öteki konuları; dönemin kabul-sınırları dahilinde akla itibar ederek açıklığa kavuşturmuşlardır. Ortaçağ düşünce dünyasının (Kilise Zihniyeti’nin) bir tek hedefi vardır: ‘Dinselleştirilmesine çalışılan Kilise Öğretisi’nin (dogmalarının) anlamını akıl ile idrak edilmesinde’ kolaylaştırıcılık görevinin yerine getirilmesi... İşte bu ‘kolaylaştırıcılık’; sistem olarak yaşamın tüm boyutlarında Kilisece oluşturulmasına dek genişletilmiştir. Adeta, dinleştirişmiş bir gündelik yaşam tarz ve uslubu ile Kilise’nin mutlak-merkez olma görevinin ‘kendinden kendine’ var edilmesidir. Kendisine olan ihtiyacın ‘eksilmemesi’ni arzu etmektedir, çünkü. Onun için de; ortalama-kişi’nin bireysel düşünme ve fikir üretmesinden ziyade, alt-başlıklarına dek detaylandırılmış ve açıklanmış ne-varsa’lar eli ile insana sadece ‘uygulama fırsatı’ tanınmıştır. Komünalite / kolektivite gibi birey-ötesi kavramların hakimiyetinde bireyin tek tek kontrolünün, bu tek-merkez’den sağlanmasına gidilmiştir. Kilise, bütün bunları gerçekleştirirken tipik Potlaç örneklerini sergiler. Herşeyi çokludetaylarına göre şablonlayıp, sunan Kilise; veren-el konumundadır. (Devamlı olarak veren-el konumunda kalmanın garantisini böylece elde etmiş bulunmaktadır.) Daimi veren-el olmaktan şikayetçi de olmamıştır... Fakat; geniş halk yığınlarının onaylamalarını ve dolayısı ile de biatlerini elde etmesi açısından da yine daimi bir biçimde alan-el konumundadır. (Esasında ise; alan-el / veren-el konumuna belli limitlere gelip dayanıldığında, konum değiştirme ancak gerçekleştirilir... ‘Kaybetme’ kaygısı bulunmadığından ‘sanki sıralı bir iş’ gibi algılanmaya başlanır, taraflarca.) İşte bu, ‘daimi-olma’nın sınırına Rönesans ve Aydınlanma Dönemi’nde gelip dayanılınca Kilise, hiç ummadığı bir kan kaybına uğramış oldu. Kısaca, Ortaçağ’ın ‘kurucu zihniyeti’nin, hedefi/ maksadı ve kullanabileceği araçları vardır ve özellikle de hizmete hazır edilmişlerdir. ‘Oluşturduğu zihniyet’ ise; nihai kertede çerçeveleri önceden çizilmiş platformda yine belirlenmiş-araç bolluğu ile ve yine önceden oluşturulmuş olgu ve ilişkiler zincirinde belirlenmiş davranış 10

uslûplarına uyumlu insan zihniyeti oluşturmuştur. Aydınlanma Düşüncesi’nin de; Skolastik uslûbu yıktığını ilan ederken, yeni kurguladığı paradigmaların (aynı mantalite ile) olmuş-bitmiş bir evren modeli sunduğunu söyleyebiliriz. Olmuş-bitmiş evren İncil’de betimlenmektedir: “Alfa ve Omega, birinci ve sonuncu, başlangıç ve son benim”(Vahiy, Bap 22:14) 20. asırda karşısına dikilen ‘oluşmasına devam eden evren’in yarattığı zihinsel boşluk içinde olduğumuzu bilmeyen yok gibi... Belirlenmiş-evren anlayışından, belirsiz’in evrenine yürümek pek de hoş olmasa gerek. Çünkü bu durumda ortaya çıkan ‘hoşnutsuzluğu’ gidermek için ‘kaos’ yaratısı ile sonlu evrene bilinemez bir yöntem sunulmaktadır. II. 1. ÇELİŞKİLİ YAŞAM-SENTEZ GAYRETİ Ortaçağ; önemli çelişkileri bağrında taşımış ve oldukça farklı mantık ile çözümleme yolunu seçmiştir. Çelişkiler, Kutsal Metinlerin bizzat içeriğinde bulunmaktadır. Kullanılan yöntem ve mantalitelerin ortak paydası vardır: Çelişkileri, şu veya bu yol ile uzlaşmaya getirme gayreti... Mantık’ın yetişemediğinde ikinci metod devreye sokulurdu: Çelişkilerin çokça-yorumlanması ile adeta ‘yöntem ve çelişki yorgunluğu’ yaratılırdı. İşte çözüm!... Yine de, Kutsal Kitap ve öğretileri/ kutsal-insan sözleri/ düşünürlerin ortaya koydukları apriori olarak baştan doğruluklarına iman derecesinde inanılmak durumunda idiler. Başlangıcın kabulü, Kilise’nin alan-el konumuna meşruiyet katmıştır. İman-dokunulmazlıkları yaratılmış oldu, böylece. Olumsuzlanma olasılıkları sıfır, dinsel-değerlerin; birbirleri ile uyum sağlarmışçasına yorumlanmaları ile bir uzlaşı ortamı yaratılmakta idi. Döneminin ‘yaşayan eser’ sahibi olan Abelard’ın “birbiri ile çelişen 157 adet konuyu tez-antitezsentez yöntemi kullanarak”(Akyürek,1994:43) çözümlediği o-bilinen kitabına danışılıp, çözüme gidilmekte idi. Böylesine heybetli bir düşünsel ortam ve ona uygun zihniyetin, toplumun öteki uğraş kademelerine etkileri de o-denli büyük olarak gerçekleşti: Bunlardan biri de, Sanat ve Sanatçı Dünyası’dır. 12. ve 13. asırlar; bu tür büyük etkileşimin had safhaya çıktığı dönemler olmuştur. Bu durumun, Panofsky’ye göre “felsefe ve sanat arasında neden-sonuç ilişkisi”(Akyürek, 1994: 46)

şeklinde

tanımlanması gerekmektedir. 12. ve 13. asırların kendine göre özel önemlerinin olmasını hazırlayan iki ana neden vardır:

11

1-Sanat ve düşünce dünyalarının aynı-kişiler tarafından temsil ediliyor olmalarıdır. Yani; aynı odak ya da merkezin insanlarıdırlar. Bu merkez ise; Kilise ve tarikat kurumsalından oluşmaktadır. O dönemlerde ve sonralarında da meslek konusunda ihtisaslaşma henüz görülemediğinden, bir düşünür; hem ruhban, hem sanatçı ve hem de tıb ile aynı zamanda uğraşabilmektedir. Dönemin sanatçısı ve sanat ürünü; ikili bir nedene dayanmak durumunda kalmıştır. a) Algılama b) Bilme. Bu ikisinin kesiştiği yerde sanat ürünü oluşmaktadır. Yani; el becerisi ile birlikte hareket etmekte olan akl’a büyük bir gereksinim yaratılmıştır. 2- Dönemin sanatçıları; Kilise ya da tarikatlardan gelen siparişleri ürün olarak ortaya koymakta adeta yükümlüdürler. Çünkü; gerek aristokrasi, gerekse de kentsoylu, taleplerini henüz ortaya koymamışlardır. Bu iki ana nedenin bir arada işletilir konumda tutulması ise, bir tek olguya bağlı kılınmıştı: Eğitim tekeli’nin, Kilise tasarrufunda oluşu... Yukarıda ifadesine çalıştıklarımız, bir anlamda da, döneme hakim olan genelleştirilmiş-tekelcilik parantezinde yaşanagelenlerdir. Mevcudun (ki, sosyo-ekonomik feodal düzenin/ kent ekonomisi ve kent-insanı’nın/ Kilise’nin/ koorparasyon’un/ bilim ve teknoloji’nin) süreç içinde aldığı biçim ve değişimlere paralel olarak, sanat-sanatçı-sanat eseri gibi önemli toplumsal izdüşümlerde de değişimlere neden oldu. II. 2. ESKİ’NİN ESKİMİŞLİĞİ 14. asır; önemli kırılmaların birebir ölçeklerde yaşandığı bir süreç karakterindedir. Tüm haşmeti ile Ortaçağ ve Rönesans’ı hazırlayan oluşumların az çok harman edildikleri bir süreçtir. Aynı zamanda da; kent ve burjuvazi giderek canlanmakta ve güç kazanmaktadır. Para’nın varlığı ve gücü iyice belirmiştir. O günlerin koşullarında da olsa, bir para ekonomisinin varlığı söz konusudur, artık. Para; ‘kazanma isteği’nin kriz boyutuna gelmesi ile Kilise Dini’nin ekonomiyi belirleyici-gücü kırılmaktadır. Kâr’ın dahi ‘günah nedeni’ olarak addedilişi (ve illegaliterlik’i) aniden ortadan kalkmış bulunmaktadır. Daha da önemlisi; prestij ve saygınlık prensiplerine ve alan-el / veren-el ilişkilerine dayalı tüm yaşam, radikal bir biçimde ‘fayda ve kârı büyütebilme’ telaşlarının ağır bastığı yeni sosyo-ekonomik biçimsele yerini bırakmış bulunmaktadır. Para kazanmak; ‘mevcutların aşılması sonucu’ elde edilmekte olduğundan, toplumun hemen her kesimi ‘önceden belirlenmişi itirazsız uygulamak’ yerine... Yaratıcılıklarını geliştirmeye başlamıştır. 12

Bu tür bir değişim çok önemlidir. Yani; teşebbüs zihniyetinin oluşmasıdır... Bu yeni zihniyet salınımı devingenlik kazandığı an’dan itibaren Skolastik Düşünce ve Kilise Dogmatizmini al aşağı etti. Önce ‘kara para’ aklayıcısı sayılan tefecilik lanetlendi ardından adil fiyat ya da fiyatın adalet mekanizmalarına ilişkin senaryolar geliştirildi. Sanat dünyası da sosyo-ekonomik bir değişim geçirmeye başladı. Yani; piyasadan gelmeye başlayan talebi cevaplandıran bir sanatçı tipi ve karakteri oluştu. Para ve kazanç anlayışı, sanatçı’yı; kısıtlı-üretimden yana tavrını belirlemiş bulunan Koorporasyondan sıyrılarak toplumun değişik kesimlerinde belki de ilk

kez

bireyleşmeye ve bireysel davranmaya yöneltti. Dinsel tem’a’lı ürünlerin yanında doğadan alınan örnekler, sanatın yeni uğraş konuları oldu. Zaten olgunluk dönemini yaşayan Gotik Sanat; bulunduğu merkezin (klâsik) özelliklerini yitirmeye başladı. Bu arada (hiç de sanattaki etkilerinin ne-olabileceği dahi kestirilemeyen) İngiltere-Fransa arasında yüz sene sürecek bir savaş patladı. Gücünü giderek kaybetmeye başlayan Fransa’nın, Avrupa’daki mevcut yeri de elinden kaymaya ve böylece de İtalya, (Fransa’nın bıraktığı) boşluğu sosyoekonomik ve sosyo-kültürel olarak kapatmaya gayret sarfetmeye başladı. Doğu Akdeniz ticaretini ele geçirirken kentlerindeki servet birikimi sayesinde kültürel alanda da gelişmeleri bizzat oluşturdu. II. 3. TARİKAT REKABETİ 14. asır; öncede değinildiği gibi; bir ara-dönem’dir. Ortaçağ Düşünsel Dünyası ve Dogmatik Zihniyet’in geç dönemi olmasının yanında, Ortaçağ öncesinin bazılarının değerlerinin hatırlanıp ve (tüm Ortaçağ’da pek de aşikâr olmasa da) yine varlıklarını koruyabilmiş olan bazıları gündeme gelmektedirler. Mistisizm ve Nominalistik Gelenek, bunlara örnek teşkil eder. (Bunlar aynı zamanda; ‘Rönsesans’ ın hazırlayıcıları olarak da bilinirler.) Kısacası; 14. asır düşünce dünyası, bundan böyle ‘alternatif üretebilecek’ düzeye gelmiştir. Düşünsel Dünya’nın öteki-veçhesi’nde de bir hareketlilik göze çarpmaktadır: Fransisken ve Dominiken Tarikatları’nın birbirleri ile rekabeti önemli bir hareketliliğin görünür bir biçimde artışıdır. Fransisken Tarikatı daha şanslıdır! Şanslıdır; çünkü, hemen hemen tüm Ortaçağ müddetince egemen olan Skolastik Düşünce Biçimseli ve Dogmatizm, Dominiken Tarikatı öğretileri doğrultusunda işlemiş ve o tarihlerde dönemini kapatmıştır. Bu arada; tarikat zihniyeti ve yaşam 13

biçimselinin, dönemin Avrupası’nın kontrolüne nasıl hakim olduğu böylece ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu arada; “14. asrın en büyük filozofları arasında Roger Bacon/ Duns Scotus/ Ockham’lı William bulunmaktadır ve Fransisken tarikatı’ndandırlar.”(Akyürek, 1994: 91) Ayrıca her üç düşünürün bir diğer ortak noktası ise Oxford Üniversitesi’nin

‘hatırı sayılır’ akademik üyeleri olmasıdır. Bu düşünürlerin ve dolayısı ile tarikatın savunduğu önemli bir konu vardır: Felsefe / doğa bilimleri / teoloji’nin birbirlerinden ayrılması gereği... Manevi ve maddi dünya ayırımının yapılmasından yana idiler. Fransisken’lerin tezleri kısa süre sonrasında; dönemin akl’ı ve vicdanında gerçek yansımasını buldu: a) Dini Reform Hareketi’nin başlatılması b) Doğa Bilimleri’nin kendi başına ve tüm bağımlılıklarından sıyrılarak yürümeye başlaması... II. 4. MİSTİSİZM-ZİHNİYET Skolastik Zihniyet’in baskın olduğu Ortaçağ’da Mistik Düşünce 14. asra kadar görünmez’e çekilmek zorunda kalmıştır. Tanrı-insan ilişkisinde; insanın, Tanrı’ya ancak sezgi ile ve sevgi yolu sayesinde erişebileceğini / Tanrı’ya akıl ve duyuların sayesinde ulaşılamayacağını ileri sürmektedir. Böylesi bir gelenek ile; Skolastik Zihniyet’in tam karşıtı olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Skolastik Zihniyet’e, Nominalizm de, karşıt-kutbu oluşturduğundan, ‘muhalefet ortak paydasında’ buluşmakta oluşlarına rağmen, yine de kendi aralarında birbirlerine taban tabana zıt birer zemine sahiptirler. Aralarında çelişki olmasına rağmen Skolastik Zihniyet’e karşı birlikte hareket edebilmişlerdir. ‘İnsanın kendi sezgisini kullanarak Tanrı’ya erişebileceği’ öngörüsü; çok önemli bir adımı da içinde barındırmaktadır: Sezgi’nin bir diğer anlamını Sübjektivite olarak isimlendirebiliriz. Yani; birey ve bireysellik gibi önemli bir olguya götürmektedir. (Ya da; kapıyı aralamaktadır.) Yani; Tanrı-insan yakınlaşması, bireysel bazda ancak-gerçekleştirebilir olmaktadır. Birey; Tanrı’yı ‘içinde keşfeden’ olmaktadır, kısacası... O-an’a dek din’in, bireyin kolektivite içinde eritmiş oluşu ile yine aynı-din’in, bu kez bireyselliği ‘teşvik edici’ karaktere bürünmüşlüğü 15. asrın ‘gizli-çelişkilerinden’ biridir. Diğer bir gizli-çelişki ise; iffetli olma’nın adeta sınavının “bir kadının yanında kanıtlayan”(Huizinga, 1997: 320) azizler arasında icra edilmesidir, Kilise tarafından. Kadının; iffet ve erdemlilik ölçütünde mihenk taşı olarak kabullenilişidir... Kadın; ‘ideal-yer’inde olmayıp horlanan bir düzeyde 14

tutulmaktadır. Çünkü; erdemlilik, ‘kadınlığın gereklerine sırt çevirmek ile’ başlamaktadır. Kadın, herhangi bir şeyin çözüm sürecinde (ve etkileşim altında) ‘kendini ortadan kaldıran bir neden’ haline dönüşmektedir. İffetli-olma’nın, çoklugereklerinin yayıldığı geniş bir düşünsel zeminde; özgün ve ideal sonuçların bayağılıklar içinde oluşturulması, başlı başına bir çelişki olmaktadır. Erdemli-olma; yalnızca ‘erkeğe tahsis edilmişliği’ çağrıştırmaz. Kadın da, erdemli-olma yolunda ilerleyebilir... (Seçkin hasletlerin, erkek mülkiyetinde telakki edilmesi oldukça garip... O zaman, Azize’lere neden yer verildi?) Tanrı’yı; içinde-bulan insan, bu kez incelenmeye (öncelik olarak birey olduğunun farkındalığına erişildi) başlandı. Ya da; bireye biçilen böylesi bir değer, Mistisizm ile Nominalizm’in sentez oluşturduğu bir odak teşkil etmiştir, diyebiliriz. Ockham’lı William; “tüm gerçeklik, individual olan tek tek nesnelerden/ bireylerden oluşmuştur. Ancak bireyin gerçekliği vardır”(Akyürek,1994: 97) demektedir. Yeni Zihniyet; insanın kişisel istencini ön-plana geçirmiştir. İnsan, bundan sonra; özgür konumdadır... Kendi irade ve çabası ile kendini elde eder. Tanrı; eskisi gibi bahş-eden konumunda değildir, artık. Yani; insan öteden beri edilgen/ kaderci idi... Bundan böyle, ‘etken’ duruma yükseldi. II. 5. RESİM-HEYKEL VE NESNELER DÜNYASI 14. asrın resim ve heykel sanatçısı da değişime uğramakta ve nesne dünyası’na dikkâtini çevirmekte idi. Bu bir dönüm-noktası’dır. Doğa’nın çokludünyası yani, çeşitlilik ‘cazip’ görünmektedir. Sanatçı bunları ‘yeniden üretirken’ doğa’yı incelemektedir. “Skolastik Zihniyet’in bir tek Mutlak Doğru ve Nesnel Gerçeklik şartlanmasından kendini kurtaran sanatçı, kendi öznelliğinin tadını çıkartmaktadır.”(Akyürek, 1994: 99) Ressam ‘sunulmuş ve mutlak uyması gereken-yer’den üretmek yerine... Kendi tercih ettiği noktadan ilk perspektif denemelerine geçmektedir, kendi konumunu belirleyerek. bu sanatçı’nın, kendi-konumuna (kendi bedeni de dahil) dikkatini yoğunlaştırmasıdır. Yani; kendinin bilincine vararak özgürleşmesidir/ kendi içselliğine yüzünü çevirmesidir. Böylece; resim sanatının sembolik dünya ile benzerliği olmayan doğa-dünyası’nı betimlemeye başladığını söyleyebiliriz. Gerçek ile sembol-dünya’nın ayrımına varmaktadır. 14. asrın sanatçısı Giotto “doğa ile dost olan/ kuşlarla konuşan/ hiçbir canlı varlığa yabancı olmayan Aziz Franciscus” 15

(Akyürek, 1994: 107) dan etkilenerek yüzünü doğa’ya çevirmiştir. Bundan böyle; İsa ve

Kutsal İnsanların, Kilise çerçevelerinin dışına taşmalarına ve gerçek bir insan kimliğine bürünmeleri sonucunu hazırlamış olduğunu ifade edebiliriz. İsa ve Kutsal insanların; ‘insanî bir çizgi içinde tanımlanır olmalarının’ yanısıra fizyonomik ayrıntılara girişen bir resim ve heykel sanat akımı hemen gelişmeye başlamıştır. Anonim- tipleme’lerden, özel-tipleme’lere (bireysel’e) geçen sanat sonuçta, Portre Sanatı’nın gelişmesine neden olmuştur. Böylece; resmi yapılan kişinin, dramatik biçimde ifadesine çalışılan yüz’ü ön-plana geçmiştir. Ortaçağ’ın akl’a itibar etmiş sanatının, 14. asırda duygu ve vicdana doğru eğilimi başlamıştır. Bireyselleşme bu kez; devasa heykel yapımından “bireysel tapınmada kullanılmak üzere küçük boyutlu İsa ve Meryem tasvirlerine” (Akyürek, 1994: 109) doğru bir geçişi ortaya koymuştur. Devasalıkları ile akl’a hitabedegelen eski heykel anlayışı; 14. asırda, ‘bireyin taşıyabileceği boyutlara’ indirgenerek ‘gönlü ile inanan insan’ (bireysellik ve sübjektiflik) yaratılmış olmaktadır. Küçük boyutlu figürler; tapınma-olayı’nı, Kilise’nin dört duvarı arasından çıkararak ‘kişisel bazda tapınmanın’ etken rolü içine sokmuşlardır. Bu bile; kişiselleşmenin, o-dönemlerde ulaştığı boyutları ifade etmesi bakımından çok önemlidir. III.ÖZGÜRLEŞEN SANATÇININ SOSYO-EKONOMİSİ 13. asırda başlamış olan Ticaret Dünyası’ndaki genel hareketlenme; 14. asra gelindiğinde, tüccar kesiminin güçlü konuma yerleşmesine neden oluşturdu. Piyasa ekonomisi’nin toplumun her kesimini ilgilendirir hale gelmesi ile, giderek gelişen bir ulusal ekonominin de habercisi oldu. Böylesi gelişmeler bir ‘olay-zinciri’ oluştururken, büyük toplumsal gelişimciliğin giderek hacim ve çap kaybetmeye başladığı bir dönemdir, 14. asır. Belki de, dönemin belirleyicilerinden en önemlisidir. Para kazanma ve biriktirmenin, kâr’a olan bağımlılığının netleşmesi ile kâr’ın maksimize edilmesi olgusu, gündemin birinci sırasına yükseldi. Bu da; ‘maliyet düşürülmesi’ sorunsalını doğurdu. Koorparasyon modelinin tercih edilmesindeki ana-nedenlerden biri de budur: Artan maliyetler ile mücadele edebilmek üzere ‘küçük ekonomik organizasyonların’ ya da küçük çaplı atölyelerin hayata geçirilmesi anlamında idi... Sanat ve sanatçı dünyası, bu-eğilimden fazlası ile etkilenerek küçük atölyelerde çalışma ortamları biçiminde organize oldu. Bireysel biçime dönüşen 16

sanat dünyası; ‘bireysel ürün üreten’ sanatçı tipolojisini ortaya koydu. Kısa zaman öncesindeki kolektif çalışma ortamlarında; hemen hemen aynı sanatsal ruh ve öngörülere sahip/ birlikte üretim disiplinine uyum sağlamış sanatçıların yerine... Piyasaya yönelik üretim yapan/ kendi sanatsal tercih ve becerilerinin ve zevklerini bireysel olarak kullanabilen ve teşhir edebilen birey-sanatçı tipolojisi geçmeye başladı. Gelişmekte olan bireyselliğin çok daha somut örneğini geçmişteki Roma Dönemi mülkiyet algılayışını ortaya koymuş olan Private kelimesi ‘toplumsal mülkiyet’ anlamında kullanılır iken, Ortaçağ’ın sonlarına doğru bireysellik’i çağrımlar biçimine dönüşmesi görülmektedir. Yani; 12. ve 13. asırların büyük toplumsal projelerinden olan Katedral inşaatı ve süslemeciliğinin yine çok sayıda sanatçıya ve ortak disiplinli çalışmaya gereksinimi de hali ile büyük olacaktır... Herbir sanatçı; bu dev projenin ‘ancak bir kısmını’ üretebilmekte ve kendisinden önce yaşamış usta-sanatçıların ürünlerinin benzerini üretme koşuluna aynen uyum sağlamak durumunda idi. Yani; sanatçı ürettiğine ‘bu benimdir’ deme şansına sahip değildi. Ayrıca, dev projelerden vazgeçilmesinn arka-planı’nda önce de ifade ettiğimiz gibi İngiliz-Fransız Yüz Yıl Savaşı ve getirdiği maddi yıkım bulunmaktadır. Ancak, devlet bazında gerçekleştirilebilen

böylesi

dev

projeler,

finansman

darlığı

dolayısı

ile

gerçekleştirilemez konuma indirgenmişlerdir. Kısacası; Avrupa kültürelinde başlayan ilk bireyselleşme hareketinin, ‘sosyo-ekonomik yetersizlik nedeni’nden büyük oranda etkilenmiş olduğunu söyleyebilmekteyiz. Yukarıda sayılan nedenlerden dolayı; 14. asrın sanatçısı, tek başına gerçekleştirebileceği küçük çaplı üretim modelini oluşturmaya başladı. Kendi atölyesinde, ‘pazarda satımını kolayca yapabileceği’ türlerin üretimine yöneldi. Ürettiği küçük ama başarılı ürünlerin sayesinde olabilecek daha hacimli çalışmaları dikkatle izlemeye başladı. Kendi-başına anılmak ise; kendine-özgü bir sanatsal biçime bağımlı idi. Bu da; sanatçının ‘kendini devamlı yenilemesi ve kendini birey bazında tanıtması’ anlamına gelmekte idi. Yani; uslûb üretmesi... Burada somut bir örnek ile karşılaşılır: Minyatür Sanatı ve Minyatür Sanatçısı... 14. asra kadar Minyatür Sanatçısı geleneksel yapı ve zihniyete göre ‘genel bir bakış açısına’ sahiptir. Bu sanatın bizzat kendisi, ‘anonim-olan’ın resmedilmesine çaba 17

göstermiştir, öteden beri. ‘Ustasından gördüğü’ gibi sanatını sadece ‘icra’ eder. 14. asır; bu ‘sadece icra etme’yi bir kenara bıraktırmış, kullanılan renklere değil, sanatçının bireysel-tercihi’ni ön-plana geçirmiştir. Yani; minyatür sanat anlayış ve pratiğine, sanatçının bireysel öngörüsü ve tercihi yerleşmiş / sanata deney ve deneycilik’i katmıştır. Bu; çok önemli bir gelişmedir, tıpkı bilm dünyası’na deney ve gözlem metodunun yerleşmesine benzer bir biçimde... Sonuçta da; Kolektif Zihniyet, minyatür sanat türünden böylece uzaklaşmaya başlamıştır. Genel anlamı ile söylersek eğer; bir başka değişim de yaşanmaktadır, artık. Sanatçı (biraz önceki satırlarımızda da ifade ettiğimiz gibi, küçük ve tek tek sanat ürünleri ile ismini duyurmaya başlamıştı) bir yandan pazarda tanınır olması, bir yandan da bizzat kendi aralarındaki başlatılmış olan rekabet dolayısı ile ürettiği nevarsa’nın altına ‘ismini koymaya’ başlamıştır. ‘Ben de yaptım’ın en güzel ifade ediliş biçimini, pratiğine aktarabilmiştir. Sanatçının çoklu-arayışlara girmesi / denemesi / üretmesi’nin arka-planı’nda; 14. asır Felsefi Zihniyeti’ni ve işleyiş tarzını görmekteyiz. Gelenekselleştirilmiş Ortaçağ Düşüncesi ‘olmuş-bitmiş/ Kilise öngörülerine bağımlı’ bir dünya ve evren modeli üzerinde ‘çokça birşeyler’ yapmayı hedeflemiştir. Hem de mevcut hakkında ‘usta-zihnin’ ifade ettiklerini mükerreren ifade ederek... Bu tür çoklu-tekrarların hemen herşeyi ‘Kiliseleştirmek’ (Hıristiyanlaştırmak, diyemiyorum) telâşlarından doğduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. (Olanak ve olasılıkların tümü ile zihin-dışı bırakılmışlığını da doğal olarak...) Yine, genel bir değerleme yaparsak; 14. ve 15. asırlar, düşünce dünyası’nın gerek sorunlaştırma ve gerekse de çözümleyicilik açısından bir ara-süreç gibi algılanmalıdır, diyebiliriz. Antik Dönem’in sanat / felsefe / adalet / siyasa gibi ana başlıklarında yer alanların, bu iki asırda özümsenmesine gidilmiş ve ancak sonrasındadır ki, Rönesans Felsefi Zihniyet’i için “kendinin-olan yaratıları ortaya koymaya başlamıştır”(Akyürek, 1994: 119) dememiz yerinde olur. III. 1. YAZILI-PORTRE Rönesans insanı hakkında “ağırlık merkezini din’de bulan / Tanrı’nın etrafında dönen bir kültür sistemi içinde belli bir görevi olan bir organ gibidir. Kişiliği içinde yaşadığı sistemini ve Tanrı’nın azameti karşısında silinir, gider” (Akyürek, 1994: 122) şeklinde ifadesini bulan bu cümleler, önceden beridir söylemeye

18

çalıştıklarımızı teyid edici mahiyettedir. Rönesans düşünce sistematiği ise; insanı (değişik süreç ve aşamalardan destek alarak) kendi kimlik ve kişiliğini aramaya yola çıkartması dolayısı ile önemli bir adım atılmasına neden olmuştur. Kendi-iç dünyası’nın derinliklerine inerken, çevresinde gelişmekte olan ne-varsalar’dan ne denli etkilendiğinin de adeta envanterini çıkartmaya başlamıştır. Çevresindeki ‘ötekileri’ ve doğa-dünya’nın fenomenlerini ve gelişmelerini yakından gözlemlemek üzere bakışlarını ‘gökyüzünden yeryüzüne’ çevirmiştir/ soyut akl’dan ve ürettiği ıstılahlardan vazgeçmiş ve bu kez kendisi, deney ve gözlem sonuçlarını oluşturduğu ıstılah bütünselinde toplamıştır. Yani; yaratılmış/ var-edilmiş’i incelemek yerine, var-olmuşlar’ın var-oluş nedenlerine dikkatlerini çevirmiştir. Yani; sunulmuş-evren anlayışından, ‘devam edegelen-evren’ anlayışına yönelmiştir. Tümü ile bunları gerçekleştiren insan; bireysellik adına hareket etmekte oldukça cesur davranmıştır. Yine tümü ile böylesi davranışlarda bulunan insan, İtalya’da ve ilk kez Rönesans Dönemi’nde var-olmuştur. İtalya; o günlerde insan için ‘verimli bir coğrafya’ olmuştur: 14. asrın sonlarına yakın süreçte, ilk kez biyografi türü ya da Yazılı Portre de diyebileceğimiz bir ürünün ortaya çıkmasında sera görevini yapmıştır. (Hangi düşünce ya da kaygı ile oluşturuldukları şimdilik meçhul) Vakti ile yaşamış ünlü kişilerin yaşamları belgelere dayandırılmak koşulu ile kaleme alınmışlardır. Bu yüzden şimdimizin anlamı ile biyografi özelliği’ni taşımamaktadırlar. Bugunkü anlamda yazılmış ilk biyografi “Boccacio’nun, Dante biyografisidir.”(Akyürek, 1994: 123) Devamı da gelmiştir. Dikkat edilmesi gerekenin; gerçek (resim ve büst tarzı) portrelerin ortaya çıktığı bir zamansalda Yazılı Portre’nin de görülmeye başlanması tesadüf kelimesi ile açıklanmamalıdır. III. 2. RÖNESANS SANATI Rönesans Dönemi’nin hemen öncelerindeki İtalyan kentlerinin konum olarak sahip oldukları sosyo-ekonomik ve sosyo-politik veçhe itibarı ile dikkat ile incelenmesi gereken bir konudur. Yanılgılı biçimde bilindiğinin aksine; kentlerin birbirlerine benzerliklerinin olmaması ve buna bağlı olarak da dönemin İtalyası’nın homojen bir yapı karakterini göstermediği gerçeğidir. Bazı kentler; kendi özel yapılanmaları gereği diğerlerinden, ölçüme gelmeyecek bir biçimde farklılıklara sahiptirler. Örneğin; Floransa. Bu kentin kendine özgü dört önemli özelliği; böylesi 19

bir farklılığı hazırlayan ana faktörler olmuştur. a) Avrupa’nın büyük ticaret merkezi idi ve finans sektörü büyük servet sahibi bankerlerin elinde bulunuyordu. Bu iki temel faktör, Floransa’nın, öteki İtalyan kentlerinden sosyo-ekonomik olarak farklılığını hazırlamıştır.

b) Floransa ile diğer kentlerin aralarındaki var-olan

rekabetin iyice gün yüzüne çıkması, sanatın gelişmesi ile paralel yürümüştür. Kısa süre sonrasında da, sanat atılımları tüm İtalya’ya yayılmıştır. c) 15. asrın başlarında Floransa’nın devlet yönetimdeki kişilerin çoğunluğu, dönemin entelektüel ve akademisyen kesiminden oluşmakta idiler. Hali ile bunlar, sanata ve sanatçıya hamilik yapabilecek bir güce sahip idiler. d) İtalya coğrafyasının hemen her yerinde görülen Antik Dönemlere ait çok sayıda tarihsel malzeme ve gömüte sahip bulunmasının da sosyo-kültürel dünyada önemli bir payı vardır. Kültür ve sanata doğru gittikçe büyümekte olan entelektüel ilgi, genel bir merak-inceleme ve araştırma merakı’nın uyanmasında etken rok üstlendi. Herbir gömütün ortaya çıkarılması; bir yandan, salt geçmişe ve bir yandan da ‘geçmişin şimdi de yorumlanmasına’ neden oldu. “Heykelde Belvedere Apollon’u ve Laokoon Heykel gurubunun bulunması büyük heyecan yaratmıştır.”(Akyürek,1994: 132) Yani; değerli gömütlerin bulunuşu çok önemli bir başlangıç oluşturmuştur, Rönesans adına. Şu önemli konunun görmezden gelinmemesi gerekir: Antikite’ye ait kalıntılar, Ortaçağ’da da görünür konumda idiler. Onlara merak duygusu ile bakması gereken gözler, gökyüzüne ve göklerdeki Tanrı Krallığı’na çevrilmiş ve insan budünya’nın verilerinden kopartılarak öte-dünya’nın olasılıklarına bağlanmıştı. “Budünya’ya gülümseyen bir kültürün egemen olmasına kadar sürmüştür, bu kayıtsızlık” (Akyürek, 1994: 133) diyebiliriz kısaca.

III. 3. RESİM Rönesans Dönemi resminin konusu; ‘İtalyan-Resminin incelenmesi’ olarak karşımıza çıkmaktadır. Sanatçı Masaccio’nun uyguladığı şekli ile Antikite’ye ait biçimler seçilmişlerdir. Böylece de; Rönesans Resim Sanatı, Antik değerlere doğru ivme kazandırılmıştır. Bunun arka-planı’nda 1-Antikite kalıntılarının ya bir Antik mekan arayışı ya da bizzat bu değerlerin (heykel ve Antik insan) kullanılışı 2-Resim de konu olarak yine Antikite ve Paganist konuların resmedilmesi bulunmaktadır. Bu değer-kayması, yine dönemin büyük bir ismi olan “Brunelleschi’nin etkisi ile” (Akyürek, 1994: 138) gerçekleşmiştir.

20

Antikite’den o-günlere kalmış gömüt ya da kalıntılar ile birlikte Antik Dönem’e ait mekânlar, ‘kompozisyonu tamamlayıcı öğeler olarak’ kullanılmışlardır. Bu arada; Antik Dönem malzemesinin kullanıma girebilmesi için, sanatçının muhayyilesine büyük gereksinim vardı. ‘Hayali tapınaklar’ı resmetmeye başlayan dönemin resim sanatçısı; kendi iç-dünyasını ve bu iç-dünyasında oluşturduklarını sergilemeye başlamıştır. Bu da, bir tür bireyselleşme’nin esin kaynağını işaretlemesi açısından oldukça önemlidir. Hemen şunu da ifade etmekte yarar var: İlk bakışta dolaylı ya da dolaysız etki ve sonuçları pek de dikkate almayan böylesi nedenlerin önemli birer unsur olarak karşımıza ‘etken konumda’ olmak üzere çıktığını görmekteyiz. Çoğunlukla; görünmez’e çekilmiş bu tür nedenlerin görünürlük’e taşınmasının bilimsel perspektiften büyük bir önemi bulunduğunu düşünmeliyiz. Antikite’ye ait önemli kalıntı gurubu da; Roma Zafer Takları’dır, bilindiği gibi. Bunlar, resim sanatı ve mimari ürünlerde bolca kullanılmaya başlanmıştır, dönemin sanatkârı ve mimarları tarafından. Dönemin genel istek ve beğenilerinin içinde Roma’nın o-muhteşem yaşam biçimseline olan gıpta ve hayranlığı sayabiliriz. Dönemin ekonomik yönden güçlü, fakat site devlet sınırları içinde kalmış/ dolayısı ile de kendi benzerleri ile de güçlü bir sosyo-ekonomik ve sosyo-politik ittifakı gerçekleştirememiş bir siyasa’nın, dönemin bireyinin zihnini ve ideallerini nasıl etkilemiş olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Antikite’ye meyledilmesinin diğer bir önemli nedeni de; dinsellik olarak karşımıza çıkmaktadır. Kilise ve dini öngörü’lerinin etkisinden sıyrılma isteğinden başkaca bir şey değildir. ‘Mevcuttan kopma’ bir başka mevcuda ‘yönelmeyi’ getirmiştir. Yani; sanatçı, günümüzdeki gibi

özgün çalışma yapamamaktadır.

Yapılan; ‘mevcutların yerlerini değiştirmek’den ibarettir. Tarihsel süreç izlendiğinde, belki de bir ara-dönem denebilecek bir ürün-zamansalı yaşanmıştır. Ressam Boticelli, bir sınır oluşturmuştur, aynı zamanda da. Çünkü, O’na kadar resim, mevcut dinsele göre konuların içinde Antik öğeler kullanmıştır/ bir tür harmanlama gerçekleştirmiştir. Fakat Boticelli, Venüs’ün Doğuşu isimli eserini; “klasik mitolojiden bir konu seçerek”(Akyürek, 1994: 141) meydana getirmiştir. Dinsel tem’a nüfuzunun iyice kırıldığı bir hassas nokta örneğini oluşturmaktadır, bu-eser. Venüs; bilindiği üzere, Pagan Dönemi Tanrıçası’dır. Fakat bu tür girişimler; birilerince dikkatle izlenmektedir. “1494’de Rahip Girdamo Savonarola (ki, dinde Reform 21

yapılmasının en ateşli savunucusudur..) canlanmaya yüz tutan Paganizm’e karşı savaş açmıştır. Boticelli’de, O’na katılmış ve Pagan içerikli çok sayıdaki tablosunu yakmıştır.”(Akyürek, 1994: 141) Daha başka birçok Pagan içerikli sanat ürününün ve sanatçısının ismi verilebilir. Bunlardan Rafaello ve eseri ‘Perigalaeta’/ Piero di Cosimo ve eseri ‘Balın Bulunuşu’... gibi. Yukarıda açıklanmasına çalışılan Antikite’ye meyletme nedenlerinin içinde bizi çok daha ilgilendiren önemli bir neden vardır: Dönemin Aristokrat’ının ve Kent Soylusu’nun maddi güçleri oranında ‘duyumsamaya’ başladıkları birey-olmak heyecanlarını, somut şekilde gerçekleştirebilecek ve aynı zamanda da ‘görülmesini’ sağlayacak biçimde sergilemek, arzularından oluşmaktadır. Tıpkı, Roma Dönemi sikke örneklerinde olduğu gibi (ki, sikkelerde ancak döneminin en-güçlü’sü sembolize edilmektedir, anımsanacağı üzere) Profil Portre sahibi olmak isteği, ağır basmakta ve güçlü olmaya dair somut bir kanıt ürettirmenin yolunu da ancak resim’de

görmektedir.

Sosyo-ekonomik

ile

sosyo-politik’in

‘resim

olarak

sentezlendiği’ bu resim türü; hali ile de dinsellikten tümü ile kopmuş olacaktır. Bunlar, Roma sikkelerine öylesine bir benzeşim içindedir ki “duruş bile tam-profil ve baş-sağ’a bakar, bir pozda resmedilmişlerdir.”(Akyürek, 1994: 141) Dönemin sosyokültürelini yansıtan portre sanatı ile birlikte sosyo-ekonomik’i olan girişimcilik olgusunun tetiklenmesi toplumsalın sıradan bir banker ya da tüccarının ücret karşılığında portresini ‘usta ellere’ yaptırması gibi piyasada hakimiyetinin var-oluş saikleri sayılabilir. III. 4. HEYKEL Resim; Antikite’den ne denli büyük oranda etkilenmiş ise, aynı etkileniş frekansı heykelde de görülebilmektedir. İnsan bedeninin anatomik özellikleri dikkat edilerek üretilmesine başlanılan heykeller, kompozisyon olarak ‘Antikite benzeri’ biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Antik heykel ve büst türü; Roma türleri ile birebir benzeşmektedir. Fakat, yine de; Pagan görünümden uzaklaştırmak üzere Kilise’nin devreye girdiğini ve bazı özel dinsel temalar hariç (ki, Adem-Havva ve Çarmıh’taki İsa) ‘çıplak beden’in hemen hiç kullanılmadığı da gözlemlenmektedir. İnsanın, Rönesans resim ve heykel sanat zihniyetindeki yeri ve anlamı; Ortaçağ’dan tamamı ile farklılık kazanmıştır. Böylesi bir yön değiştirme; 1-İnsana, 22

evren-merkezi’nin sunulmuş olması

2- İnsanın fiziki yapısının (anatomik ve

fizyonomik) dikkatlice incelenmesine başlanılması gibi iki önemli nedene dayandırılabilir. Özellikle insanın sanatçılar tarafından; kadavra olarak ayrıntılarına dek bedeninin gözlemlenmesinden sonra bunların tasvirlerine geçilmiş olduğu da bir gerçektir. Bir anlamda anatomi ve dolayısı ile tıp bilimi, dönemin sanatçılarına çok şey borçludur, diyebiliriz. Sözlerimizi teyid etmesi bakımından, şu alıntıyı yapmak yararlı olacaktır. Leonardo’nun “insan bedeninin mekanik iç-yapısını ortaya çıkarmaya yöneldiğini”(Akyürek, 1994: 141) söylemektedir, A. Koyre. III. 5. PORTRE RESİM Portre tarzı resim, sanat olarak Rönesans Dönemi’ne has bir üründür. ‘Rönesans’a has’dır. Çünkü; ikili bir işlev yüklenmiştir. 1- İnsan bedenine dikkatleri çektiği için fiziksel (dış görünüm) özellikleri ön-plana alınmıştır. Bu yönü ile; Antikite ve Roma dönemindekilere tıpatıp benzemektedir. 2-İkinci ve önemli bir gelişim olarak portrenin; ‘insanın iç –dünyası’nı yansıtması’ gibi bir misyonu da ortaya çıkartılmıştır. Bu özelliği dolayısı ile Rönesans portresi, öncekilerin bir devamı gibi algılanmakla beraber, yeni arayışlar içine girmesi ve ‘bulduklarını’ sanat eli ile gerçekleştirmiş olması ile de tekrarlamacı bir uslûb’dan yaratıcı bir uslûb’a geçişi sergilemektedir. Yani; Roma Dönemi büst-portre sanat zihniyetine göre üretilmiş “yüz topografyası örneklerini, gerçek portre sanatına taşımıştır.”(Akyürek, 1994: 146)

Bunu da portresi yapılan kişinin iç-dünyası’nı yansıtabilmek koşuluna

bağlayarak gerçekleştirmiştir. “15. asrın ilk portreleri di Banco’nun ‘Dört Aziz Heykel Gurubu’/ Verrocchio’nun ‘Colleoni’ isimli heykeli... Bu ve benzer örnekler portreden çok portreye bir hazırlıktır ve Roma’nın büst geleneğini 16. asrın portre sanatına bağlayan ilk halkalardır.”(Akyürek, 1994: 147) 16. asrın portre-büst sanatı; görünür-dünya’ya yüzünü çevirmiştir. Çünkü; insanı konu olarak seçmiştir. Daha teknik bir tanımlama ile ‘benzeşen bir benzeşim’ örnek-uslûbuna göre bir zihniyeti takip etmiştir. SONUÇ Dönemin Avrupası’nın yaşam biçimseli; bütünü ile çelişkiler üzerine kurgulanmıştır. Çevreyi boğan kan kokularını gerek sarayın ve gerekse de burjuvazinin kokuları dahi silememekte idi: O dönemlerin bireyi; bir taraftan günah ve Cehennem’den korkunç bir biçimde korkarken... Bir taraftan da basit ve çocukça 23

aldanışlara

adeta

kendini

kaptırarak

zevk-neş’e-gaddarlık-merhamet–zalimlik

arasındaki yaşanan çelişkileri görmezden gelmeye devam etmekte idi. Yani; dünyevilikten sakınma ve dünyevi olma’nın limitlerini aşarak yaşamak... Bu ekstrem noktaların sentezi olarak İnsan Hakları sentezini nasıl başardılar? Verecekleri cevap çok ilginç olmalı... Batı’da tarımsal ve kırsal uygarlığın gelişimi, yönetici sınıfın ortaya çıkması ile de izah edilebilir. Üretim araçlarının sistemli kullanımı ya da yaklaşık olarak neolitik dönemden bu yana oluşan sınıfsal yapısı kemikleşen bir serfler ve köleler sınıfını da eşi olarak içinde taşımıştır. “Yönetici sınıfın ilk ortaya çıkışı, mitolojinin epik’e ve öyküye, törenin ise öyküye dönüşmesi olarak görülebilir. Toplumdaki çatışma haz / aşk ve sevinç ile karışmış bir sanat ile dengelenen ahlâksal sorunların kararttığı ve bulandırdığı sanatta kendini bulmuştur. Kuşku, acı, soyluluk, dinginlik, korku ve bilinçli bir güzellik ve bunların tümü şiirin”(Caudwell, 1988: 309) alanına girmiştir. Böylece sınıfların gelişimi ile işlevsel farklılaşmalar oluşarak bireysellik’e ayrıcalıklı bir özgürlük tanınmıştır. Ancak ne var ki sorun, bunların yaratıcı devinimi taşıyış biçimdedir. ”İlkel kültürde güçlünün ve yabanıl hayvanların tragedyası, kırsal toplumda tanrıların ve mit’in tragedyası, bütün modern toplumda kahramanın istencinin tragedyası, geç-burjuva toplumunda ise tümüyle kişisel bir düşlem dünyasında yaşayan Joyce’un ‘Ulysses’inin ve Proust’un ‘ben’inin tragedyası.”(Caudwell, 1988: 317) Güzel, sevecen, doyurucu ya da “Aristocu anlamda cathartic”(Caudwell, 1988: 318) olan tragedya böylece sanatın özgür insanını betimlemesi açısından Kilise’ye de önemli bir misyon atfetmiştir. Dönemin Zihniyeti’nin, hemen herşeyi, genelleştirdiği bir tip ile benzeştirme isteğinin; tek tek ve özen ile ayırıp tekil’i (Bireyselliği) ve sınıflandırmayı gerçekleştirememesinden kaynaklandığını iddia eden karşı-görüş; bu özelliği dolayısı ile Ortaçağ’daki Zihniyetin acizliğini ileri sürmektedir. Gerçekte ise; ortada ne bir acziyet ve ne de bir düşünsel zayıflık vardır. Böylesi bir karşı-görüş; Perspektifi, özellikle kullanamadıkları için Avrupa-ötesi uygarlıklar hakkında ‘çocukluk dönemi ve çocukça bir zihne sahip olma’ gibisinden yapılan suçlamalara benzemektedir. Böylesi iddia ve suçlamalar; Newtoncu ve Descartes’ci Kartezyen Zihniyetin hali ile söyleyebileceklerinden başkası değildir. Görünür olan’a göre yürütülen mantık’ın varacağı yer, ancak-burası’dır. Görünmez olan’ın görünür edilmeye başlaması sonucu Ortaçağ’ın, o-gelenekselleştirilmiş perspektiften yapılmış eleştirilerin ‘hiç’ 24

değerinde oldukları gerçeği karşımıza çıkmaya başlamaktadır: Ortaçağ’ın bizzat kendi varlığı (İnsan ve Zihniyeti) itibarı ile; “Şey’lerin, tekil özellik ve unsurlarını bilinçli bir şekilde bir yana bıraktığı... (çünkü) derin bir idealizm’in sonucu olan bağımlılaştırma ihtiyacı, O’nu bu şekilde davranmaya yöneltmektedir. Söz konusu olan; tekil çizgileri ayırma yeteneksizliğinden çok, şey’lerin anlamını/ bunların ‘mutlak’ ile olan bağlantılarını / genel anlamlarını açıklamaya yönelik bilinçli iradedir. Kişisel olamayan, öneme sahip olan’dır. Herşey; model/ örnek/ ölçü olmaktadır. Ortaçağ Zihniyeti’nin en mükemmel meşguliyeti dünyanın fikirler halinde sergilemesi ve bu fikirlerin hiyerarşik bir sisteme göre sınıflandırılmasıdır.” (Huizinga, 1997: 320) Sonuçta; Bütünü tekil parçaya ayırma ve bu tekil-olan’ın

niteliklerini inceleme uslûbu ortaya çıkmaktadır. Böylece Ortaçağ, düzenli olarak hep aynı konumlardan aynı hızla geçen bir nesnenin hareketi gibi salınım halinde bir sosyo-kültürel perspektif oluşturmuştur. REFERANSLAR AKYÜREK, Engin (1994), Ortaçağ’dan Yeniçağ’a Felsefe ve Sanat, Kabalcı Yay., İstanbul. _______ (1997), Sanatın Ortaçağı, Kabalcı Yayınevi İstanbul. ARTZ, Frederick (1996), Ortaçağların Tini, (Çev. Aziz Yardımlı) İdea Yay., İstanbul. ATTALI, Jacques (1999), 1492, (Çev. Mehmet Ali Kılıçbay) İmge Yay., Ankara. BRONOVSKI, Jacop (1987), İnsanın Yükselişi, (Çev. Aykut Göker) V. Yay., Ankara. CASTELS, Manuel (1996), Kent-Sınıf-İktidar, (Çev. Asuman Evrendil) Bilim ve Sanat Yay., Ankara. CAUDWELL, Christopher (1988), Yanılsama ve Gerçeklik, (Çev: Mehmet H. Doğan) Payel Yay., 2.Baskı, Ocak, İstanbul. FEBVRE, Lucien (1995), Uygarlık, Kapitalizm ve Kapitalistler, (Çev: Mehmet Ali Kılıçbay) İmge Yay., Ankara. GOULD, Stephen Jay (1998), Bin Yılı Sorgulamak, (Çev. Tuncay Birkan) İletişim Yay., İstanbul. GURYEVIC, Aron (1995), Ortaçağ Avrupası’nda Birey, (Çev. İlknur İganZeynep Ülgen) Afa Yay., İstanbul HAMPSON, Norman (1991), Aydınlanma Çağı, (Çev. Jale Parla) Hürriyet Vakfı Yay., İstanbul. HUIZINGA, Johan (1997), Ortaçağın Günbatımı, (Çev. Mehmet. Ali Kılıçbay) İmge Yay., Ankara. KİTAB-I MUKADDES, Vahiy, Bap 22:14.

25

NALBANTOĞLU, Hasan Ünal (1996), Patikalar: Martin Heidigger ve Modern Çağ, İmge Yay., Ankara. NASR, Seyid Hüseyin (1990), Felsefe, Edebiyat ve Güzel Sanatlar, (Çev. Hayriye Yılmaz) Akabe Yay., İstanbul. SCHUMACHER, E.F (1997), Aklı Karışıklar İçin Klavuz, (Çev. Mustafa Özel) İz Yay., İstanbul. SMITH, P (2001), Rönesans ve Reform Çağı, (Çev. Serpil Çağlayan) Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul. STRAUSS, Claude-Levi (1997), Irk, Tarih ve Kültür, (Çev: Haluk Bayrı, R.Erdem, A. Oyacıoğlu, I. Ergüden) Metis Yay., 3. Baskı, Haziran, İstanbul. TUNALI, İsmail (1996), Felsefenin Işığında Modern Resim, Remzi Yay., İstanbul. ULUSOY, M. Demet (2005), Sanatın Sosyal Sınırları, Ütopya Yay., Ankara. WALLERSTEIN, Immanuel (1989), Tarihsel Kapitalizm, (Çev. Mecmiye Alpan)Metis Yay., İstanbul

26

Smile Life

Show life that you have a thousand reasons to smile

Get in touch

© Copyright 2024 DOKU.TIPS - All rights reserved.