2. Dönem, Sayı 8 Yazdırılabilir Sürüm

2. Dönem, Sayı 8 Yazdırılabilir Sürüm

Bu sürüm, bilgisayardan okuyacağı her şeyi, öncesinde yazıcı çıktısını alarak okuyanlar için hazırlandı. Resim

Author Tolga Emre

14 downloads 344 Views 503KB Size
2. Dönem, Sayı 8 Yazdırılabilir Sürüm

Bu sürüm, bilgisayardan okuyacağı her şeyi, öncesinde yazıcı çıktısını alarak okuyanlar için hazırlandı. Resim yok, renk yok, yazılar 1 punto daha büyük, 4 sütun yerine 2 sütun var. Sapasade! Toner ve kartuş dostu. Kısa ve zamansal açıdan geçici yazılar hemen 2 dakikada monitörden okunabildiği için bu sürüme dahil edilmemiştir. Kağıt israfı yapmamak için öneriler: 1- Bir tarafı kullanılmış, öbür tarafı boş müsvedde kağıtlarından kullanın. 2- Görme sıkıntınız yoksa yazıcınızın ayarlarından iki sayfa yan yana yazdırmayı deneyin. 3- Sadece okuyacağınız yazının sayfalarını yazdırın. 4- Üstteki madde uyarınca bu sayfayı yazdırmak abes bir hareket olacaktır! İyi okumalar dileriz...

Boo! Yazdırılabilir Sürüm, Sayı 8

Birtakım notlar: 1- Dergideki röportajların kırpılmamış versiyonlarını burada okuyabileceğinizi biliyor muydunuz? 2- Yazılar dergideki sırası korunacak şekilde sıralanmıştır. Dolayısıyla bir “içindekiler” sayfasına daha gerek kalmadı. 2

Boo! Yazdırılabilir Sürüm, Sayı 8

Önsöz

B

oo!’nun ikinci dönemi boyunca kendimce aldığım bir karar vardı: Derginin inişlerini çıkışlarını, karşılaştığı zorlukları, geciktiğini, aksaklığını dergi sayfalarında açıklamak zorunda hissetmeyeceğim. Bu sayfadan kimseye sitem etmeyeceğim ya da vaatlerde bulunmayacağım. Bunu birinci dönemde sıkça yaptık ve buradan bakınca hiç de hoş görünmüyor.

dime tekrar ede ede adeta yaptığımız işin manifestosu haline gelen şarkı sözleri vardı. İlk sayı çıktıktan bir süre sonra unuttum onları. Biri Dr. Skull grubundan: “Alabildiğine yaşam / Yalnız üretmecesine / Korkudan baskıdan uzak / Hayallerin şerefine”. Bir de Mavi Sakal’ın ilk kasetinde çok güzel iki dize vardı: “Yolda yürürken herkesin suratı asık / Ama biz onlara hep sırıttık”. Bu şarkı sözlerini ekiple paylaşsam, bunlar ve benzerlerini her gün mırıldansak işler biraz daha farklı olabilir miydi? Popülarite derdine düşüp ah vah etmek bizi bu hale getirmişken belki de olabilirdi. Ama öbür yandan bir önceki cümleye karşı çıkmadan da durulamıyor: “Arkadaş, bizi yüzbinler okusun demiyorum ki, sayıca ve ilgice potansiyelimize yaklaşalım yeter!”

Aldığım kararı geçen sayının önsözünün sonunda çiğnemiştim, bu sayıda da çiğnemek zorundayım. Çünkü dergi bitiyor yav! Bu sayıyı hazırlamaya “36 sayfalık yeni plan” diye başladık, sonra ani bir kararla dergiyi bitirmekte mutabık olduk. Kollektif bir isteksizlik, takvimlere uymazlık, işlerin takibi için iletişime geçmezlik ve bu iletişimsizlikte birbirini sınamalar sarmıştı dört bir yanımızı. Bu motivasyonla, okur konumundaki sizlerin bu ilgisizliğiyle bu iş yürümezdi.

İkinci dönemimizi de böylece sonlandırıyoruz. Yakın zamanda yeni bir proje yok. Belki ekibin bir kısmıyla müzik dergisi işine girebiliriz, çok para varmış diyorlar :P Yorgunluğumuzu atlatalım, işleri yoluna koyalım, bu kez planı aceleye getirmeyelim, illa ki yine bir şeylere hevesleniriz. Özellikle son sayılara doğru çok güzel işler hazırladık. Aşağıdaki isimlerin yanında katkıda bulunan ve destek olan herkese bolca teşekkür ederim. Üçüncü bir dönem ya da yeni bir dergide görüşmek üzere...

Tanıtım konusunda fevkalade yeteneksiziz kabul ediyorum. Bu konuda dergimizi ciddiye almadığımızı da düşünüyorum. Ama kulaktan kulağa yayılma hadisesine ne oldu? Kaliteli işler er ya da geç kulaktan kulağa yayılır, hak ettiği ilgiye mazhar olmaz mıydı? Ne oldu da neredeyse kimseler sallamadı Boo!’yu?

Alper Demirci

Geçen gün yürürken aklıma geldi, geçen yıl kendi ken-

3

Boo! Yazdırılabilir Sürüm, Sayı 8

Deneysel Etnolojinin Sloganı 19 Eylül akşamı Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’nda sahne alacak olan Brendan Perry ve Lisa Gerrard ikilisini heyecanla bekleyenler için Dead Can Dance üzerine konuşuyoruz... -Gökçe Altınbay

K

imi zaman gotik rock yapsalar da genellikle orta ve yakın çağ melodileriyle unutulmuş dillerin büyüsünü bir araya getiren müthiş ikili Brendan Perry ve Lisa Gerrard ile onların birbirinden uçuk arkadaşları... 1981’de kurdukları Dead Can Dance ile atalarına ve onların ancak hayâllerimizle canlanan hatıralarına ışık tutup büyük bir başarı yakaladılar. Yıllar içinde hiç değişmeyip, arada sırada müzik yapmayı bıraktılar. Yeni çıkardıkları Anastasis albümüyle uzun bir aradan sonra etnisizm dolu ahşap kokan müzik hayatlarıyla dedeler ve nineler olarak bomba gibi döndüler.

dilere adaptasyon yeteneği ile birleştirebilmiş ve hatta işin içine teatralliği de katabilmiş biri. Organize etmek zekâ ister. 18 yaşında katıldığı The Scavengers (Türkçe’de; Çöp Karıştırıcılar) ile Perry, müziği profesyonel anlamda yapmaya başladı. Ne var ki ne The Scavengers, ne de Perry bas gitaristlikten ana vokalistliğe geçtikten sonra değişen ismiyle the Marching Girls grubunun DCD ile tarz olarak uzaktan yakından ilgisi yoktu. Ne ironik ki Perry eski grubunda punk yapıyordu ve bu grupla ilişkisi 4 yıl sürdü.

Okyanuslar göçü Nerelerden, hangi beyinlerden çıkan bir fikirdi Dead Can Dance grubunu kurmak? Grubun beyni Brendan Perry İngiltere doğumlu olan ve bir okyanus ülkesine (Yeni Zelanda) göçebilecek herkes gibi bir katolik okulunda korolarda söyleyen, gitar çalan bir çocukken nasıl oldu da aklına damarlarında akan kanın tarihine ve bilinçaltındaki duyguların özüne inmek geldi? Dead Can Dance’i (DCD) kurarken aklında “kaybolmuş seslere ulaşmanın” yattığını söyleyen Perry aslında gerçek bir kompozisyon dehası sayılır. Korolardan edindiği bilgilerle oluşturduğu müzikal birikimini orijinal ritim algısı ve eski melo-

Brendan Perry’nin DCD’nin temellerini atması da tam olarak bu yıla, yani 1981’e rastlar. Grubun ilk kadrosu davulcu Simon Monroe, bas gitarist Paul Erikson ve son olarak vokalist Lisa Gerrard şeklinde bir araya gelir. Bu kadro asıl olarak Avustralya, Melbourne’de bir araya gelmiştir. Ancak kısa süre içinde grup hep beraber Londra’ya taşınmaya karar verir. Biri dışında: Simon Monroe, DCD’den daha ilk yılda kopar. İlk demo kayıtlarında Peter Ulrich davulları çalacaktır. Avustralya’dan kopamayanların ikincisi de Paul Erikson olur ve grubu Lisa ve Brendan ikilisi hâlinde bırakarak ülkesine geri dö4

Boo! Yazdırılabilir Sürüm, Sayı 8 ner.

96’daki Spiritchaser albümü daha çıkmadan grup ilk olarak yollarını ayırdı. Ama DCD 80’lerin alternatif gruplarından olarak bilinirken, deneyimi ve enteresan hayran kitlesince “popülerliği” 2000’lere taşınınca, en nihayetinde müziğini 2010’lara taşımayı başardı.

Kaldık baş başa Lisa Gerrard ile Brendan Perry’nin DCD’nin kemik ikilisi olması dışında gayet sakin bir aile hayatları olan iki kişi olduğunu biliriz. Açıkçası bunu anlamak için Towards the Within DVD’sini izlemek bile yeterli oluyor. Grubun “ruhâniliğini” tamamlayan dünyayı algıları belki de onları 81’den bu yana bir arada tutmuştur.

Müziklerinin onları biraraya getirmesine kendi tabirlerince karşı koyamamışlar ki önce çeşitli projeler için bir araya toplaştıklarının haberini verdiler; sonra da yeni bir albüm çıkarttılar: 2012 albümü Anastasis’in anlamını “iki sahne arasında” olarak açıklamış Brendan Perry. Bunu biz dinleyiciler, 1996’daki albümünden sonra yaşanan ayrılıkla başlayan solo kariyerler ile DCD arasında gibi de yorumlayabiliriz. İki müzikal aklın ve kalbin doğalarında artık DCD’den bir parça olduğunu da biliyoruz. Yani bana öyle geliyor ki DCD’yi 2012’de son olarak dinlemeyeceğiz. Uzun bir gelecekleri daha var gibi.

DCD’nin efsane vokalisti Lisa Gerrard... Avusturalya doğumlu ve 51 yaşındaki bu melek yüzlü kadını hep videolardaki uzun Kelt elbiseleri içinde gencecik ve pürüzsüz hatırlarız. Zaman ona pek kötü davranmamış gibi. Esasında, DCD öncesinde profesiyonel müzik deneyimi neredeyse bulunmayan Gerrard, adeta DCD için yaratılmış değil mi? 20 yaşında Brendan Perry ile tanışmasının ardından yerine oturan parçalar belli ki bunun göstergesi. Gerrard bir röportajında kafasında tınlayan ezgilerin birçoğunun çocukluğundan miras olduğunu söylüyor. Ne ilginçtir ki bu ezgilerin içinde Akdeniz müzikleri çoğunlukta. Türk müziği ve Yunan müziklerinden çok etkilendiği ve bunlardaki 4’lü ve 5’li sistemlerini yeni yaratacağı melodilere adapte etmekte hiç zorlanmadığını söylüyor.

Yeni albüm Anastasis’in içindeki parçalarda vokal yoğunluğu eşite yakın paylaşılmış olsa da, çoğu şarkıda Gerrard’ın meleksi sesini dinleyeceğiz. Albümün Perry’nin kiliseden bozma stüdyosunda gerçek hacimli seslerle kaydedildiği bilgisini de unutmadan vereyim. 4AD Records yine ikiliyi yalnız bırakmayıp bu son albümün dağıtımını üzerine almış.

DCD öncesi müzik kariyeri olmayan Lisa Gerrard, ruh dünyası ve bunu DCD çerçevesinde yaşatabilirliğiyle müzik dünyasında çok sevilir ve aslında DCD projesi onun solo kariyerine büyük bir ışık tutar. Daha DCD’nin 1995 yılında verdiği ilk arada, çok sevilen albümü Mirror Pool’u yayınlar. Albümün çıkmasından sonra DCD tekrar biraraya gelince Gerrard bir yandan solo çalışmalarına devam eder. İçinde “Ali” ve “the Insider”ın da bulunduğu birçok filmin müziğini yapar. Gladyatör bunların içinde en ünlü olanı...

Dead Can Dance’in sizi saran “gerçek büyüsü” 5 duyu organınızla hissedeceğiniz bir müzik evrenini etrafınızda çevreliyor. Bu grupla büyüyen, yaşlanan ve ölen nesiller; dans eden ölüler olarak geri dönüyor. Dead Can Dance , yaşayan insanları bırakın ölüleri bile kucaklayabilir. Ve bunu yalnızca “play” tuşuna basarak siz de yaşayabilirsiniz.

Dead Can Dance’in bu denli büyümesinde yolun başından beri onlarla birlikte hareket eden yapım şirketleri 4AD Records’un büyük etkisi var. 1990’larda bu grubun istikrarlı tarzıyla çok iyi çıkış yaptığını fark eden yapım şirketi grubun Amerika’nın her yerinde yeterince yayılamadığını fark edince Warner Bros’la dağıtım anlaşması yapar ve bu, DCD albüm satışlarının kelimenin tam anlamıyla patlamasına neden olur. 80’li yılların parlak yapım şirketlerinden olan 4AD’nin keşfettiği gruplar arasında Blonde Redhead ve Iron&Wine yer alıyor.

Konser var!

DCD , 19 Eylül 2012 akşamı saat 20’de Anastasis albümünün dünya turu dahilinde Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’nda olacak. 15 yıl aradan sonra yine muhteşem dönecekler. Charm Music organizasyonuyla verilecek olan konserin biletleri 85 TL’den başlıyor. “Ah ah!” dediğinizi duyar gibiyim. Kendi sesinizi umursamayın ve bir kara gün dostu, bir satılacak elektronik eşya arayın derim.

Yıllar sonra yeniden Yedi stüdyo albümü, bir canlı albümden sonra gelen

5

Boo! Yazdırılabilir Sürüm, Sayı 8

Delilik Bakidir Ritim tutarken ayaklandığınız, haykırırken dans ettiğiniz, düşünürken üzüldüğünüz ya da sadece bağırarak üstlerine koşmak istediğiniz grupları düşünün. Sonra da Deli Gömleği’ni... Yeni albüm yoldayken Deli Gömleği ile delirdik. -Pınar Derin Gençer

Rockistanbul, Foça Rock Festivali gibi festivallerde, çeşitli şehir ve üniversite şenliklerinde, bar ve konser organizasyonlarında yer alan Deli Gömleği kimdir? Berkhan: Deli Gömleği; müziği güzel yapmak için çalışan, imkanları zorlayan, devamlı üreten bir müzik grubudur. Mehmet: Kendi müziğini kendi çabalarıyla insanlara ulaştırmaya çalışan bir müzik grubudur Deli Gömleği. Özver: Rock müziğin çok çok az dinlenildiği ve yapıldığı bir ülkede her şeye rağmen müzik yapmaya devam eden bir gruptur kendileri. Aslında grubun temelleri Burdur’da ilk albümümüzde “Bir Milyon Baloncuk” şarkısının söz yazarı olan Hüseyin Erinç ile atıldı. Hala o dönemden kayıtlar var elimizde kaset olarak. Daha sonra faal olarak Ankara’da devam ettik. 2005’e kadar yanılmıyorsam Ankara’da konserler verip demo albümler yapıp insanlara elden ulaştırdık. İnternet ile beraber paylaşım daha kolay oldu ve insanlara bu şekilde ulaştık. Daha sonra grup İstanbul’a taşındı, burada da aynen devam ettik. Bu arada kadro değişiklikleri oldu tabi.

Özver: Eskiden yani internet daha bu hale gelmemişken şarkıları kaydedip insanlara kargo ile yolluyorduk. Kıbrıs’tan Almanya’ya, Van’dan Samsun’a her yere yolluyorduk. Şu an bizim yaptığımız o kayıtlar albüm oldu. Hatta “Oyuncak Albüm” kaydına albüm yapma teklifi geldi ve biz kabul etmedik çünkü kayıt yeterli görünmemişti bize. Zaman değişiyor ama bu iyi yönde mi kötü yönde mi anlayamıyoruz. Piyasadaki bir çok kayıt demo albüm gibi zaten genelde. Yani biz albüm satmak yerine elden herkese albüm yollamış olduk. Zaten albüm çıkardığımızda da bizim için çok büyük bir değişiklik olmadı. ‘Sefil Şah’ ile başlayıp ‘Böyle Buyurdu Berduş’, ‘Oyuncak Albüm’ ile devam eden altı demo albümden en içinize sineni hangisi idi? Özver: “Sefil Şah”ı piyasaya vermedik çünkü kötü kaydedilmişti. Bizim için de ilk kayıt tecrübesiydi. Oldukça kötü yani. O yüzden sadece eşe dosta kaset olarak dağıttık, belki üniversitede satmış da olabiliriz malum öğrencilik zor. Sefil Şah’tan sonra Soytarı ve Böyle Buyurdu Berduş’u Ufuk Önen, Oyuncak Albüm’ü Kaya Sevinç kaydetti. Hepsinden de memnunuz aslında. Tabi o dönem için. Bunun yanında benim evde kaydettiğim Öz ve İngilizce bir kayıt var, bir de 3 şarkı... Hepsi Youtube ka-

Demo albümlerin Deli Gömleği’nin yol alışında nasıl bir etkisi oldu? 6

Boo! Yazdırılabilir Sürüm, Sayı 8 Mehmet: Tool. Özver: Pearl Jam. bu kadar uzun soluklu olabilmeleri sevindirici. Berkhan: Sanırım yurtdışındaki (A.B.D., İngiltere) markalaşmış grupların hepsi bu boşluğu doldurabilir. Çünkü bahsettiğimiz ülkelerdeki müzik dünyası oldukça gelişmiş ve iştah kabartıcı.

nalımızda mevcut. (youtube.com/deligomlegideli) Yine grubun kendi adı Deli Gömleği’ni taşıyan ve Favela Records etiketi ile raflarda yerini alan ilk albüm sürecinden bahseder misiniz? Mehmet: Şarkıları bir albüm olarak yayınlama fikri kafamızda olgunlaşmaya başlamıştı. Eski ve yeni şarkıları değerlendirip albüm için kaydedeceklerimiz belirledik. Sonra Deniz Yılmaz’la görüştük ve kayıtlara başladık. Kayıtların başlaması ve albümün çıkışı arasında uzunca bir zaman geçti. Sonuçta içimize sinen, iyi bir deneyim oldu.

Baştan sona soluksuz dinlediğiniz albümler var mı? Mehmet: Nirvana - Nevermind, Tool - Ænima ve Lateralus, Dredg - Catch Without Arms Özver: Liste uzar ama Nirvana - Nevermind, Pearl Jam - Ten, Alice in Chains’in üç bacaklı köpek albümü, Soundgarden - Superunknown, Michael Jackson’dan Bad ve Dangerous.

Deli Gömleği albümünde süpervizor ve konuk vokal olarak Deniz Yılmaz ismine rastlıyoruz. Albüme katkısı nasıl oldu? Mehmet: Birkaç şarkının baslarında ve enstrümanların tonlanması konusunda oldukça yardımı dokundu. Ayrıca Disko şarkısında vokaliyle katkıda bulundu.

‘İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Gerçeğin mayası gözle görülmez.’ der Küçük Prens; peki Deli Gömleği mayasını gözle görebilir miyiz? Özver: Küçük Prens nerede yaşıyor bilmiyorum ama ülkemiz ve benzeri coğrafyalarda hayalcilerin zaman geçtikçe doğruyu görecek yüreği dağlanır ve sonunda sadece içgüdüyle hareket hale gelirler. Biz hep devam ettik, devam etmeye de devam edeceğiz ne olursa olsun. Tabi “tüketicileri” kullanıp onlara hep istediğini verip, bir gram ilerlemeden ömrünüzü geçirip cebinizi de doldurabilirsiniz. Tabi tek bir doğru mu var yoksa birden çok mu bunlar dünyanın hala cevap bulamadığı sorular. Bizim mayamızı görmek için şarkılarımızı dinlemeniz yeterli.

İkinci albümünüzü kaydediyorsunuz şu aralar. Yeni albümden ve şarkılardan bahseder misiniz? Berkhan: Yeni albüm 6 şarkıdan oluşan bir EP şeklinde olacak. Birbirini yinelemeyen, güçlü ve belirgin duyguları olan 6 yeni şarkı. Dinleyenlerin ritim tutarken ayaklandıklarını, haykırırken dans ettiklerini, düşünürken üzüldüklerini görebilirsiniz ya da sadece bağırarak üstünüze koşanları... Mehmet: Yeni albümde Deli Gömleği şarkıları biraz daha gelişti, ama planlı bir gelişim değil. İlk albümden bugüne kadarki hissiyatla ürettiğimiz şarkıları kaydettik. Özver: Şarkıları Özkan Oral SAE stüdyolarında kaydetti, şu anda mikste şarkılar. 96’da yazılan şarkı da var, 2010’da da, değişik bir zaman çizelgesi oldu ama dünya pek değişmediğinden çok sorun değil :)

Deli Gömleği’nin özellikle yeni albüm sonrasında gerçekleşecek proje ve performanslarından bahseder misiniz? Mehmet: Birkaç şehri kapsayacak küçük bir turne planımız var ama evdeki hesap ve çarşı durumu var... Yeni albüme ait klipler çekilecek bir de tabii. Özver: Tüm gelişmeleri facebook.com/deligomlegi adreslerinden takip edebilir dinleyiciler. deligomlegi. com adresinde de tüm sosyal ve antisosyal medya bağlantıları mevcut.

Yeni albümde, ilk albümdeki gibi konuk vokaller ile karşılaşacak mı dinleyicileriniz? Mehmet: Konuk vokaller ve konuk gitaristler olabilir. “... gibi görünmeyi düşlemeyen tek bir grup bile yoktur.” cümlesini dolduracak olsanız bu hangi grup olurdu? Ve neden?

7

Boo! Yazdırılabilir Sürüm, Sayı 8

Nihilist Notalar Nihilist şarkı sözleri ve Avrupa’nın çeşitli kentlerinde verdikleri irili ufaklı bol miktarda konserleriyle Türkiye’nin heavy metal ortamlarında tanınan Heretic Soul, bugünlerde ikinci albümün rötuşlarıyla meşgul. Grubun davulcusu Erhan Karaca sorularımızı cevapladı. -Alper Demirci Malum, Boo!’nun okurları arasında pek heavy metal dinlemeyenler çoğunlukta kalıyor, o yüzden konuya şöyle başlamak lazım: John Tardy’nin bir sözü var mesela, “Death metalden hoşlanmayan insanlara eğer Obituary’yi canlı dinletebilirsem, bu kişilerin grubu kesinlikle beğeneceklerinden eminim”. Heretic Soul’un buna benzer bir düşüncesi, ya da başka tarzlarda müzikler dinleyenlerin ilgisini çekecek bir özelliği, tavrı var mı? Heavy metal dinlemeyenlerin bir kısmı bu müziği bir gürültü olarak adlandıran kimseler. Bunları kapı dışarı ederek devam ediyorum. Duyguların anlatılma biçimi çok çeşitli. Kimi yönetmen porno çeker, kimisi bir çizgi film. Uçtakilerin yok sayılması beni üzüyor. Yok sayılmasından öte bir de keşfedilmek, anlanmak istenmemesi… Neyse konu dışına pek çıkmadan söylemek istiyorum ki Heretic Soul’un birçok farklı tarzda müzik dinleyen insanlar tarafından dinlendiğini biliyorum. Çünkü yaptığımız “metal”in içinde melodiler var, dinamik ritimler var. Duyguları olan her insanı etkileyebilecek şeyler bunlar.

Şu sıralar günlerinizi nasıl geçiriyorsunuz, yeni albümün çalışmalarında neler bitti neler kaldı? Stüdyo işleri bitti, sırada mix var. Bunun için birkaç isimle görüştük. Sonuçlar yakında açıklanır. Mix işlerinden sonra albüm şirketi, albümün çıkış tarihi gibi detaylar belli olur. Onun dışında yaz sıcaklarının tadını çıkarıyoruz alev alarak. İlk albüm Born Into This Plague’e kıyasla yeni albüm sürecinde grupta neler değişti? Beste yaklaşımı, hayat görüşü, grubun tecrübesi, prodüksiyon şartları ve ekibi... O albümü 2008 sonunda kaydedip 2010 yılında raflara çıkartabildik. 2008 yılında 3 yıllık bir grup ve 4 yıllık müzisyenlerdik. Yaptığımız parçalar da o anki tekniğimize göreydi. Şimdi daha çok öğrendik, bu süre içinde birçok yurtdışı performansı yaptık geldik. Yeni parçalar yine zaman içinde oluştu ve son aşamasına geldi. Bana kalırsa davulda yapmak istediğimi tam olarak aktarabildiğimi düşünüyorum. Kayıtların alınması konusunda da özenli davrandık. Davul kayıtları Taksim MMA Stüdyoları’nda İlter Kalkancı ile birlikte alındı. İlter Abi’ye titiz çalışması için tekrar teşekkürler. 15 kanal 8

Boo! Yazdırılabilir Sürüm, Sayı 8 gruplardan kimlerle tanıştınız? Necrophagist (Türk gitaristi Muhammed Suiçmez ile Türkçe konuşmak büyük zevkti), Vader, Dying Fetus, The Black Dahlia Murder, Deicide gibi aynı organizasyonda sahne aldığımız birçok grupla tanıştık.

harika bir davul kaydı aldık. Gitar, vokal ve bas kayıtları Kadıköy’de Stüdyo Lunas’ta alındı. Destekleri için Adil Osman Coşkun’a teşekkür tekrar. Yaptığınız tarzı şarkı sözlerinizden de yola çıkarak “nihilistik death metal” olarak tanımlıyorsunuz, peki nihilizm üzerine sizler neler düşünüyorsunuz? Kendi adıma konuşmam gerekirse Nihilizmi tam olarak yaşamam zor. Ama birçok anlamda yakın olarak hayatı sorgulayan, otoriteye karşı çıkan bir yaklaşımım var.

90’lı yıllardan beri Türkiye’deki grupların röportajlarında bir “yurt dışına açılma” muhabbeti sürer gider. Sizce bunu Heretic Soul yurt dışında 2006’dan bu yana verdiği 100’den fazla irili ufaklı konser ve yabancı bir plak şirketinden albüm bastırarak yeterince başardı mı? Yeterince demek beklenemez tabi. Aslında oldukça az turluyoruz. Yeni albümden sonra daha uzun süren turları bekliyorum. Yurtdışına çıkmak lazım. Neden yaptığımız müziği sadece buradakiler duysun, görsün. Elimizde olduğunda çok ülkede çok sayıda konser vermeye çalışıyoruz.

Nihilist düşünce adına etkilendiğiniz geçmiş örnekler, düşünürler var mı? Mesela punk müzikteki nihilizmin Heretic Soul elemanlarının üzerinde etkisi olup olmadığını merak ediyorum. Turgenyev. Grubun iki kurucusu olarak Sarp Keski ve benim iyi bir punk geçmişimiz var. Bak bundan bir şeyler çıkmış olabilir :)

Türkiye’deki grupların çoğundaki bir başka sorunsal da araya askerlik, okulun bitmesi, evlilik, müzik geçinecek kadar para kazandırmadığı için iş hayatı girince grubun dağılma aşamasına gelmesidir. Heretic Soul olarak ne kadar daha beraber müzik yapmayı öngörüyorsunuz? Bütün bu zorluklar için bir çeşit kaçış planı hazırladınız mı? Biz müziğimizle anlatıyoruz kendimizi. Bunu devam ettirmemek intihar gibi bir şey olurdu herhalde. Bu yüzden herkes kendi bireysel kararını verirken gruba göre yolunu çiziyor. Tabii ki para kazanmak, okul, iş gibi durumlar fazla mesaiye yol açabilir ama her zaman bir şekilde üstesinden geliyoruz.

Türkiye’deki grupların standardını düşündüğümüzde Heretic Soul’un oldukça özel bir yeri var, o da ciddi anlamda yurt dışında konserler vermesi. Bu durum nasıl gelişti, grubu kurarken en başından beri bunu hedeflemiş miydiniz? Grubu kurarken içimizi dışarı çıkarmak istedik doğal olarak. Hedeflerimiz her zaman büyüktü tabi. Ünlü grupları araştırıp izliyorduk sürekli. İdol alıyorduk. Kayıtlar, konserler derken yavaş yavaş gelişti ve ilerledi. Gittiğiniz ülkelerde nasıl karşılandınız? İlginç maceralar yaşadığınız, ya da gerçekten memnuniyetsizlikle ayrıldığınız yerler oldu mu hiç? İyi karşılanıyoruz. Irkçılık gibi durumlarla karşılaşmadık mesela hiç. Çok macera yaşıyoruz, çoğu zamanımız dışarıda geçiyor. Sokaklarda. Tren istasyonunda sabahladığımız, donmak üzere olduğumuz zamanlar da oluyor. Tabi bu bir ekip işi. Herkes ne yapmak istediğini biliyor. O yüzden şikayet etmek, memnuniyetsiz olmak yok. Zaten sürekli mızmızlanan biri yapamaz bu işi.

Netleşme aşamasında olan konserler, yeni albümle de alakalı üretilmekte olan tişört, bardak gibi ürünler, değişik projeler gibi haberler yakın zamanda görünüyor mu? Heretic Soul önümüzdeki aylarda neler yapacak? Konserler için şu an görünen bir tarih yok. Ama tişört gibi merchandise ürünleri albümle beraber hazırlanmaya başlanacak.

Avrupa’daki konserlerde severek dinlediğiniz

9

Boo! Yazdırılabilir Sürüm, Sayı 8

Baduizm’in 20 fitlik tanrıçası “Şu dünyada en çok kimi canlı kanlı dinlemek istersin?” sorusunun benim için karşılığı Erykah Badu’dan başkası değildi. Neo-soul tarzının kraliçesi 13 Temmuz’da İstanbul’a geldi, izleyenleri mest etti ve “See you in next lifetime!” diyerek gitti. Kısacası bu ay Erykah Badu yazmak için daha sağlam bir bahanemiz olamazdı. -Aslı Alkan

26

Baduizm hareketi başlıyor Garsonluk yaptığı dönemde akşamları müzik yapmaya gayret eden Badu, kuzeni Robert “Free” Bradford’la yarattığı Appletree şarkısını bu dönemde kaydetti. 1997 yılında ise Erykah ilk albümü Baduizm’i James Poyser ve The Roots gibi müzisyenlerin katkılarıyla, Kedar Records etiketiyle yayımladı. On&On, Certainly, Drama, Next Lifetime ve tabii ki Appletree albümde yer alan hitlerden birkaçıydı. Jazzy groove’un yoğun şekilde hissedildiği albüm, Badu’nun geleneksel soul vokalleriyle neo-soul dinleyicileri ve müzik eleştirmenleri tarafından oldukça beğenildi. 3 altın plakla taçlanan Baduizm albümü ve Billie Holliday ile kıyaslanan vokalleriyle Erykah Badu neo-soul kraliçesi olmuştu.

Şubat 1971’de Texas’ta dünyaya gelen Erica Wright, Dallas’ta büyüdü. Çocukluk yılları Chaka Khan, Joni Mitchell ve Pink Floyd gibi farklı türlerden isimleri dinleyerek geçti. Ancak arka planda her zaman funk vardı. 4 yaşında dans etmeye ve şarkı söylemeye başlayan Badu, üniversitede sahne ve gösteri sanatları bölümüne başladı ancak 1993’te müzikle daha fazla haşır neşir olabilmek adına okulu yarıda bıraktı. Bu dönemlerde garsonluktan drama eğitmenliğine kadar birçok işte çalıştı. Peki Erica Wright nasıl Erykah Badu oldu? “Kah” kelimesi Antik Mısır paganizminde insanın içindeki yaşam enerjisini temsil ediyor. “Badu” ise doğaçlama bir vokal tekniği olan “scat singing”de bolca rastlanılan bir ses. Sanırım şöyle demek daha doğru: Ski-ba-doo-doodilybap-swee-do-dee-bop!

Ms. Jackson’ın biricik kızı silahını çıkarıyor Erykah Badu 90’larda “bir parça ... sanat” dediği 10

Boo! Yazdırılabilir Sürüm, Sayı 8

Blokta parti vakti

Outkast’in beyni Andre 3000 ile beraber olmaya başladı. Outkast’in Ms. Jackson şarkısı da bu ilişkiden sonra ortaya çıktı. Zira bu şarkı Erykah Badu’nun annesi Kolleen Maria Gipson (Wright) için yazıldı. 2000’lere gelindiğindeyse önce The Roots’la You Got Me şarkısını yapıp Grammy kazandı, sonra elini cebine atıp Mama’s Gun’ı çıkardı. Motown Records etiketiyle piyasaya sürülen albüm Detroit (Motor Town) ruhunu yansıtıyordu. Daha güçlü, daha doğrudan sözler (bkz: Cleva, Bag Lady, On&On, Didn’t Cha Know) ve smooth funk ile Badu hayranlarını bir kez daha mest etti. Albüm Bag Lady’nin unutulmaz klibi ve Grammy adaylığıyla da akıllara kazındı.

Brooklyn ve çevresinde özellikle 1970’lerde popülerleşen sokak partileri “block party” ismiyle anılır. Müzik sistemlerinin elektrik ihtiyacının trafik lambalarından aşırılan elektrikle karşılandığı blok partileri mahallenin bir araya gelip sokakta barbekü yapıp yediklerini dans ederek erittikleri etkinlikler olarak bilinir. Şayet isminiz Dave Chapelle ise ve yönetmen koltuğunda Michel Gondry oturuyorsa yapacağınız blok partide şöyle isimlerin olması muhtemeldir: Erykah Badu, Mos Def, Dead Prez, Kanye West, Jill Scott, The Roots, Common, The Fugees... Eğer bu isimleri seviyorsanız, Erykah Badu’nun You Got Me ve Back In The Day’i şakıdığı Dave Chapelle’s Block Party’i izleyip üstüne de bir Spike Lee filmi olan Crooklyn’i patlatmanızı öneririz.

2003’ün Eylül ayında ise üçüncü albüm Worldwide Underground geldi. Dead Prez, Stick Man, Queen Latifah, Angie Stone, Bahamadiah ve Lenny Kravitz’in yanı sıra Roy Grove, Doc Gibbons gibi usta müzisyenlerden oluşan bir ekip de Erykah Badu’ya eşlik ediyordu. Albümün ardından Badu’nun “mini-me” dediği ikinci çocuğu Puma dünyaya geldi. Badu bu arada birtakım aktivist hareketlerde boy gösterip Blues Brothers 2000, Brown Sugar ve The Cider House Rules gibi birkaç filmde de oynadı.

İstanbul’dan geçiş

Kraliçe Badu 13 Temmuz’da İstanbul Caz Festivali kapsamında ilk kez İstanbul’daydı. Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’ne gelen izleyicileri mest eden Badu, ekibiyle de kulaklarımızı cilaladı. 20 Feet Tall ile başlayan konserde; Apple Tree, On&On, Bag Lady, Didn’t Cha Know gibi klasiklerin yanı sıra Window Seat gibi yeni şarkıları da yorumladı. “I love you Istanbul” nidalarını bolca tekrarlayan Badu, üzerimize Baduist enerjisinden bolca fışkırttı. “I Am an Immigrant” tişörtü ve konserin ilerleyen bölümlerinde seyircilerin arasına karışıp hayranlarını kucaklamasıyla mütevaziliğini de göstermiş oldu. İtiraf ediyoruz: Aşık olduk!

Dördüncü Dünya Savaşı On&On şarkısındaki “analog girl in a digital world”, Ahmir Thompson’ın 2004 Noel’inde hediye ettiği bilgisayar ve oğlu Seven’ın yardımlarıyla GarageBand’i keşfeder. New Amerykah: Part One (4th World War) albümünün ilk kayıtlarına da bu dönemde başlar. Albümdeki şarkılar, güçlü politik söylemleriyle Amerikan Rüyası’nın sıkı bir eleştirisi olarak öne çıkarken, Rolling Stone tarafından 2008’in en iyi albümlerinden biri olarak gösterilir. New Amerykah: Part Two (Return of the Ankh) albümü 2010’da yayımlanır. İkinci bölüm ilkine göre çok daha duygusal sözler ve bolca canlı enstrümantasyon barındırmakta ve bu yönüyle Baduizm’e çok daha yakın durmaktadır. Window Seat şarkısına gerilla tipi bir klip çekerek olay yaratan Badu, klibin sonunda çıplak bir şekilde JF Kennedy suikastının gerçekleştiği noktada uzanınca Amerika’da olay yaratır. Farklı adamlardan 3 çocuk sahibi olmasına hayranları tepki gösterdiğinde “Plasentamı öpün!” diyen Badu, Küba’da tanıştığı bir rahibin de dediği gibi “artık olmaya çalışmıyor, sadece oluyor”.

11

Boo! Yazdırılabilir Sürüm, Sayı 8

İdealist Bir Fotoğrafçılık Hikayesi 1950 Ankara doğumlu fotoğraf sevdalısı Kemal Cengizkan ile kurucularından biri olduğu AFSAD günlerini, fotoğrafla başından geçen maceraları, sosyal belgeseli, sanatı ve bizzat kendisini konuştuk, insan olmanın yanında. O da insan olmak için yapabileceklerimizin arasına Can Baba’dan şunu ekledi: “Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi”. -Pınar Derin Gençer

S

anata adanmış bir ömür... Peki kimdir bu hikayenin kahramanı Kemal Cengizkan? Öncelikle kendimi sanatçı olarak görmediğimi belirtmek isterim. Fotoğrafı seven, fotoğrafla bir şeyler anlatılabileceğine inanan, bu anlayışla fotoğraf çeken birisiyim. Sorunuza gelirsek, “bu hikayenin öznesi olan kişi 1950 yılında Ankara’da doğmuş, ilk gençlik yıllarından beri fotoğrafa sevdalı olmasına rağmen, hayatını kazanmak için mühendislikle evlenmiş birisidir” diyebiliriz.

Ankara’dan İzmir’e gider, dayımın Güzelyalı’daki büyük evindeki kalabalık aile ortamına katılırdık. En sevdiğim şey ise meyve ağaçlarıyla dolu bahçede oynamak veya denize girmek değil, onunla birlikte dükkana (stüdyoya) gitmekti. Oradaki her şey, büyük körüklü makinenin arkasında ters oluşan görüntü, ışıklar, yapılan ayarlar ve her şeyden önemlisi karanlık oda beni heyecanlandırırdı. Karanlık odada ayağımın altına bir tabure verirler ve agrandizörde kağıdın pozlanmasını, birinci banyoda görüntünün belirmesini ve diğer süreçleri merakla izlerdim. Metol ve hidrokinon kokusu sadece karanlık odaya değil bütün dükkana sinmiş olurdu, banyoların kahverengileştirdiği parmaklar da ayrı bir sihir katardı ortama. Sanırım bu büyülü ortam fotoğrafı benim için çekici kılan önemli bir etken oldu. Lise yıllarında evimizin bodrum katında, babamın körüklü makinasına bir ışık

Sizi fotoğraf sanatına sürükleyen ne idi, nedir başlangıcı bu sevdanın? Benim dayım, fotoğrafı soyadına eklemiş, İzmir’in tanınmış fotoğrafçılarından birisiydi; İbrahim Fotocan. İlkokul yıllarında, yaz tatilimizi geçirmek üzere 12

Boo! Yazdırılabilir Sürüm, Sayı 8 kutusu ekleyip agrandizöre dönüştürerek bir karanlık oda kurdum.

de düzenledik. Katılanlar üç gün boyunca farklı konuları tartıştılar, görüşlerini ve farklılıklarını dile getirdiler. Bildiriler, Ahmet Say’ın yayınladığı o günlerin etkili dergisi Türkiye Yazıları’nın özel sayısı olarak basıldı. Söylenecek sözlerimizi kayda düşmek ve yaygınlaştırmak için hazırladığımız bir bülteni önceleri teksir ile çoğaltıyorduk. Daha sonra “Fotoğraf” dergisini yayınlamaya başladık (Kasım 1978), 8 sayfalık dergi 1000 adet basılıyordu. Kasım 1979’da, AFSAD diğer dernekler gibi sıkıyönetim tarafından kapatılana kadar yayınına devam etti. Dergi 1984 yılında tekrar yayınına başladı.

Çağdaş Sahne Kültür Merkezi’nin kültürel etkinliklerinden biri olan fotoğraf çalışmalarının hızla gelişmesi sonucunda çıkan bir fikirle oluştuğu söylenir AFSAD’ın. İlk yönetim kurulunda birçok değerli isimle birlikte siz de yer alıyorsunuz. 1982-1985 yılları arasında da yönetim kurulu başkanlığı yaptığınızı göz önüne alırsak; AFSAD ve Kemal Cengizkan’ın yolları nasıl kesişti? Çağdaş Sahne tiyatro, film, konser etkinlikleriyle sanat çalışmalarına uygun bir ortam sağlamaktaydı. Sahnesi, sergi alanı ve odaları bu amaca uygundu. Bir fotoğraf derneği kurulmasına da ortam hazırladı (Nisan 1977). Duyar duymaz giderek üye oldum, açılış sergisine de katıldım (Haziran 1977). Fotoğrafta ortaklaşa bir çaba içerisinde bir şeyler yapabilmek beni motive eden etkenlerden en önemlisiydi ve bu dernek bunun yeri olmalıydı. Sinan Çetin’in başkan seçildiği ilk yönetim kurulunda yer aldım (Eylül 1977). O yıllar hak mücadelelerinin yükseldiği yıllardı. Disk Maden İş Sendikası ile Maden İşverenleri Sendikası (MESS) arasında süren toplu sözleşme görüşmeleri sonuçlanamamış ve Maden İş grev ilan etmişti. AFSAD yönetiminde yer alan ben ve kurucu olan üç fotoğrafçı (Alparslan Aydın, Özcan Yurdalan ve Ercan Öztürk) pek çok grev sahasını dolaşarak çektiğimiz fotoğraflardan oluşan GREV isimli bir sergiyi Çağdaş Sahne salonunda açtık. Çağdaş Sahne yönetimi sergiden hoşlanmadı, bazı fotoğrafların kaldırılması istendi. Bu kabul edilmeyince sergi kaldırıldı, AFSAD’ın Çağdaş Sahne’de barınma imkanı da kalmadı.

“İngiltere’den İnsan Görüntüleri” ilk kişisel serginiz, peki 1968’den 1978’e kadar sizi sergi için bekleten nedenler neydi? İngiltere’de master için bulunduğum 1975-1976 yılları arasında ilk defa bir SLR makine sahibi oldum, Nikkormat FTN. Okul çalışmaları dışındaki zamanımda yaşadığım kentte fotoğraf çekiyordum. İlk kişisel sergim de böyle oluştu. Ankara’da Sanat Sevenler Derneği’nde açılan sergiyi biraz da AFSAD’ın çalışmalarını duyurma amaçlı olarak değerlendirdik. FIAP tarafından verilen ESFIAP unvanı var bir de, nasıl bir etkisi oldu sizde? Uluslararası Fotoğraf Federasyonu tarafından verilen ESFIAP unvanı, fotoğraf alanında yürütülen çabalar için verilen bir ödül. Benim üzerimde bir etkisi olmadı... 2002 yılında Dora Günel ile birlikte “İçkalpakçı Çıkmazı, Bir Sokağın Monografisi” isimli belgesel projeniz geniş yankı uyandırdı. Bu projenin içeriğinden ve bu süreçten bahseder misiniz? Dora AFSAD’da da birlikte çalıştığımız çok eski bir arkadaşım. Fotoğrafa bakışımız da paralel sayılır. Ben 1986’da Ankara’dan ayrıldım, yaklaşık 10 yıl Adana’da çalıştım. Daha sonra İstanbul’a geldim ve burada Dora ile tekrar buluştuk. Samatya’da bir proje yapmaya karar verdik. Tarihi yarımadanın bu semti gerek nüfus yapısı, gerek mimari, gerekse günlük yaşam açısından çok zengindi, ancak bir o kadar da büyüktü. Uzun bir ön inceleme, tanışma ve ilişki kurma süresi sonucunda konuyu İçkalpakçı Çıkmazı sokağı ile sınırlı tutmaya karar verdik. Neredeyse her hafta giderek fotoğraf çektik, fotoğrafları dağıttık, sokak sakinleriyle bir dostluk geliştirdik. Fotoğraflar üzerinde konuştuğumuz sosyolog arkadaşlarımız Gülay Kayacan, Ebru Soytemel ve Gamze Toksoy konuyu kendi açılarından da ilgi çekici buldular. Böylece proje, fotoğraf ve sosyolojinin birlikteliğinden doğan bir projeye dönüştü. Sosyolojik çalışma sokak sakinleriyle yapılan, nüfus, köken, gelir düzeyi, eğitim, yaşam alışkanlıkları gibi konuları kapsayan bir anket çalışması ve sözlü tarih görüşmelerinden oluşuyordu. Fotoğraflar bu bilgileri ete-kemiğe büründürüyor, anketlerde yer alamayan pek çok bilgiyi içeriyordu. Bu çalışmanın sonucunda ortaya bir ‘göç’ ve ‘yoksulluk’ tablosu çıktı. 1999 yılında başladığımız çalışma 2002 yılında tamamlandı. Sergiyi önce Eylül ayında İçkalpakçı Çıkmazı’nda, sokak boyunca uzanan demir yolu istinat duvarının üzerinde açtık. Bu fotoğraflarla sergi açacağımıza inanmayan sokak sakinlerini şaşırtmıştık. Burada bir gün sergilenen fotoğraflar sahiplerine verildi. Daha sonra Fotoğrafevi’nde açılan sergi yurt içinde pek çok

AFSAD’ın kuruluş yıllarında yaşam koşullarının ne denli zor olduğu aşikar. Demokratik sivil toplum kuruluşu olmanın bilinciyle varlığını uzun yıllar sürdürecek olan bir fotoğraf derneğini bugünlere getirenin o dönemdeki inanç ve coşkuyla yürütülen işler olduğunu düşünüyorum. Siz bu konuda neler söylersiniz? Çağdaş Sahne bizi kapının önüne koyduğunda, koltuğumuzun altında derneğin yasal defterlerinden başka bir şey yoktu. Bizlerin kararı ise ne yapıp edip bu derneği yaşatmak idi. Sergilerin yarattığı olumlu tepkiler yapılan işlerin doğru olduğunu, fotoğrafla söylenecek sözlere ve yapılacak işlere gerek olduğunu gösteriyordu; o günün kültürel ve politik ortamı içinde kendi kendimize böyle bir misyon yüklemiştik. Bu amaçla karşımıza çıkan sorunları aşmaya kararlıydık. Bu zor dönemde bize destek olan Fikret Otyam’a AFSAD çok şey borçludur. Başımızı sokacak bir yer ayarladıktan sonra düşüncelerimizi hayata geçirmeye çalıştık. Bizler fotoğrafın sadece ‘güzelin kaydı’ ile sınırlı kalamayacağını, toplumsal aksaklıkları, sorunları, gelişmeleri de gösterip belgelemesi gerektiğini düşünüyorduk. Dernekte bir araya gelenlerle sadece teknik konuları değil bu konuları da tartışıyor, çalışmalar yapıyor, fotoğrafları bu gözle değerlendirmeye çalışıyorduk. Yapılan çalışmaların ve bakış açısının Amerikan “Photo League”, Alman “Arbeiter Fotografie” ekolleriyle ne kadar paralel olduğunu ise daha sonra fark edecektik. Bu bize güç ve moral verdi. Yapılacak çok iş, söylenecek çok söz vardı. “Türkiye’de Fotoğraf Sanatının İşlevi” sempozyumunu Nisan 1978 tarihin13

Boo! Yazdırılabilir Sürüm, Sayı 8 artan şöhreti hakkında ne düşünüyorsunuz? Fotoğrafın son zamanlarda yaygınlaştığı söylenebilir ya da herkesin göze hoş gelen şeyleri kolayca üretebildiği. Ancak fotoğrafı fotoğraf yapan öz pek değişmedi. Gelişen teknoloji teknik olarak kusursuz işler yapılmasını kolaylaştırıp yaygınlaştırdı, ama her şey teknikle bitmiyor. Fotoğrafın özü, deklanşöre basılan anda yakalanan ruhta. Böyle bir ruh varsa karede tekniğin hiç adı edilmese olur. Özellikle fotoğrafın internet ortamında benim gözlediğim iki akımı var. Birincisi şu teknik mükemmellik denilen şeyin farkına varıp bunu geliştirenler; parıldayan renkler, jilet gibi keskin görüntüler, mükemmel kompozisyonlar... Herkesin beğene beğene yaygınlaştırdığı fotoğraflar. Birtakım dijital uygulamalar sonucunda mükemmel karşıtı gibi gözüken, soluk, bozulmuş, çizilmiş yüzeyli yapmacık biçimsel yöntemleri de aynı paralelde fotoğraf zorlamaları olarak görmek mümkün. İkinci akım ise hiç bu zorlamalara prim vermeyen içinden geldiği gibi bir şeyi, durumu veya duyguyu aktarmak amacıyla çekilmiş fotoğraflar; içten ve iddiasız, ama bir ruh ve heyecan taşıyan. İnternet ortamının güzelliği özellikle bu ikinci grup anlayışın yayınlanabilmesine olanak sağlaması. Bu tür fotoğraf çekenleri izliyorum ve gördükçe seviniyorum. Onların ‘şöhretli’ olduklarını sanmıyorum, öyle bir niyetleri olduğunu da...

şehirde, Almanya’da, Fransa’da ve Kıbrıs’ta tekrarlandı. Serginin bir albümünü de kendi imkanlarımızla yapabildik, fotoğraflarla birlikte sosyolojik araştırma sonuçları da böylece yayınlanmış oldu. İstanbul’a ya bir şeyden kaçarak varılır ya da gün gelir ondan kaçılır. Belalı bir medcezir olan İstanbul ile gönül bağınız nasıl başladı? Ben de İstanbulluların büyük çoğunluğu gibi iş peşinden koşarak buraya geldim. Burası gerçekten belalı bir medcezir, yaşayabilmek için sürekli bir kavga içinde olmanız gerekiyor, yolda yürümek bile problem olabiliyor. Öte yandan büyük bir kültürel zenginlik de var, her köşede bir sürprizle karşılaşıyorsunuz, fotoğrafik olarak da öyle. Vahşi kapitalizmin açgözlü yeni temsilcileri, badem bıyıklı yeni yöneticilerinin yol göstericiliğinde tarihi ve kültürel değerleri talan ederek çevremizdeki güzellikleri yok ediyor. Bu olgu da fotoğrafçılara yeni görevler yüklüyor. 1921’de yapılan bir konuşmada büyük Rus şairi Alexander Blok “Sovyetler yetkilileri dinginlik ve özgürlüğümüzü de çekip alıyorlar. Dış dinginliği değil, yaratıcı dinginliği. Çocuksu ‘istediğin gibi yap’ı değil, liberali oynama özgürlüğünü değil; ama yaratıcı istemi, gizli özgürlüğü...” diyor. Ve şair ölüyor, çünkü artık soluyacağı bir şey kalmadı; yaşamın anlamı ondan sızıp gidiyor. Bugünleri anlatan en etkileyici bulduğum cümleler olduğunu öncelikle itiraf etmem gerekir. Peki bu söylemin ışığında sizin itiraflarınız neler? Bu ülkenin insanları, herhalde tarih boyunca hiçbir zaman, Blok’un dediği böylesi bir özgürlüğü yaşamadılar, dolayısıyla yokluğunun da farkında değiller. Bizler çok daha temel özgürlüklerin yok edilmesine karşı direnmekle meşgulüz. Bu ülkede insanlar yapılmamış eylemlerden, yayımlanmamış kitaplardan hapse giriyor; ninesinin dilini öğrenemiyor bırakın şiirini solumayı. Bu konu herhalde açık yaramız...

Eski eşyalar, eski anılar, hafif bir küf kokusu ve hüzün... Böylesi bir cümlenin içinde olduğunuzda vazgeçilmez yazarınız ya da yazarlarınız kimler olurdu? Nedir o kalbinizi fetheden kitaplar? Sıradan insanı, derinliğiyle yüzeyselliğiyle, kuvvetli ve zayıf yanlarıyla, sevgisiyle öfkesiyle anlatan yazarlar, şairler, fotoğrafçılar, sinemacıları severim. Sait Faik ve Yaşar Kemal başında gelir bunların. Ken Loach, Mike Leigh, Yılmaz Güney, Lütfi Akad gibi yönetmenlerin filmleri aklıma gelir. Yakınlarda edindiğim Cristophe Agou’nun ‘In the Face of Silence’ fotoğraf albümü konusunun yalınlığı ve bakışının içtenliği ile beni etkiledi. Sizce yalnızlığın başkenti neresidir? Yalnızlık kişinin içinde, başkenti nasıl olur bilmem. En kalabalık şehirlerde insan kendini yalnız hissedebilir, en küçük kasabalarda da.

Kapitalizm sanatçının ipini onu satın alarak tutmak niyetinde. Peki siz ve Türkiye’deki sanatçılar kapitalizmin pençesini ne kadar hissediyor vücudunda? Kapitalizm herkesi satın alıyor, bunu da kolaylıkla yapıyor, herkesin fiyatı farklı... Önemli olan kapitalizmin çarkına karşı durabilmekte.

En beğendiğiniz Türkçe kelime nedir? Paylaşmak. Gelecek projeleriniz ve sergilerinizden bahsedecek olsanız? Eski çalışmalarımdan toparlamak istediğim bir iki şey var. Ancak bir süredir işlerim o kadar yoğun ki kendimi zor toparlıyorum, değil sergi hazırlamak. Günlük yaşamımı belgelemeye devam ediyorum -daha önce gösteri olarak yaptığım gibi-, fotoğrafsız gün geçmez. Bakalım zaman ne gösterir...

Ne gelir elimizden insan olmaktan başka? Can Baba’nın dediği gibi: “ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi”. “Şöhret, bir adın etrafında toplanmış yanlış anlamalardır” diyor Nietzsche; fotoğraf sanatının çoğu zaman hakkının verilmediği, son yıllarda

14

Boo! Yazdırılabilir Sürüm, Sayı 8

Can Büyükkalkan Fotoğraftan önceki hayatın nasıl geçti? Fotoğraftan önceki hayatım konuşmayı ve gözlemlemeyi öğrenmekle geçti diyebilirim.

bugüne kadarki çalışmalarımın neredeyse hiçbirisinde artı bir ışık kaynağı kullanılmadı. Doğal ışıktan yararlanarak gerçekleştirdim çalışmalarımı. İleride elbet gelişecek ekipmanım ister istemez :)

Fotoğraf çekmeye nasıl başladın? Fotoğraf çekmeye Photoshop sayesinde başladım. İnternetten bulduğum fotoğrafları düzenleyerek bir şeyler yapmaya çalışıyordum. Daha sonra “Neden kendim çekip düzenlemiyorum ki?” dedim. Bu şekilde başladı her şey.

Fotoğraflarını izlerken en çok etkilendiğin fotoğrafçılar kimler? İyi veya kötü herkesin çalışmalarını incelemekten zevk alıyorum. Fakat en çok etkileyenler arasında Camilla Akrans, Michelangelo di Battista, Mert and Marcus gibi isimler var.

Sergilenmiş hangi projelerin var? Kurması en keyifli sergi hangisiydi? İlk sergilenen fotoğrafım ArtLens Görsel Kültür Atölyesi’nin “Korku’yorum” sergisinde yayınlandı. Daha sonra yurtdışında katıldığım genç fotoğrafçılar yarışması olan, Lüksemburg’daki Photo-Club Pétange’da 3 fotoğrafım sergilendi. İzmir Üniversitesi’nin bu yılki bahar şenlikleri kapsamında düzenlenen “1. Fotoğraf Buluşması”nda kişisel portfolyom sergilendi. Kuşkusuz en keyiflisi bu oldu benim için. Daha sonra ArtLens Görsel Kültür Atölyesi’nin “Ağır” adlı sergisinde de 2 fotoğrafım sergilendi.

Fotoğraf çekme eylemine özel anlamlar katanlardan mısın, yoksa “sadece severek yaptığım bir uğraş” demek yeterli mi? Üniversitede okuduğum bölümü bırakıp güzel sanatlar sınavına girip vazgeçecek kadar önemsiyorum. Ve hayatımın geri kalanında da hep olacağını düşünüyorum. Sadece bir hobi veya severek yaptığım bir uğraş değil. Fotoğraf çekmekle ilgili geleceğe dair hedeflediğin bir şeyler var mı? İlk hedefim okulumu bitirmek. Daha sonra zamanla hayallerimin peşinden gideceğim sanırım.

Ekipman senin için ne kadar mühimdir? Ekipman benim için ikinci plandaydı diyebiliriz. Çünkü 15

Boo! Yazdırılabilir Sürüm, Sayı 8

Romantik Bir Neslin Romancısı Ortaokul yıllarından beri aşina olduğumuz, televizyon camiasının ilgisi ile ekranlara bozularak, aşınarak, yıpranarak da olsa taşınan eserlerin sahibi Reşat Nuri Güntekin’den bahsediyoruz. -Melis Mine Şener

E

skiden, biz çocukken Aydan Şener ile Kenan Kalav’ın oynadığı bir “Çalıkuşu” vardı, ki dilerim yeni zaman anlayışıyla uyarlanmasın bir daha sinemaya, televizyona. Okumaya başlamadan önce biz onunla öğrendik Reşat Nuri’yi. Annemizin elinde gördüğümüz “Miskinler Tekkesi” ile devam ettik sonra. Ve bir de baktık ki karşımızda “Bir Kadın Düşmanı”!

Okulu’nda bir süre öğrenip görüp sonrasında İstanbul’da Saint Joseph Lisesi’ne terfi etti. Yükseköğrenimini Darülfünun Edebiyat Şubesi’nde tamamladı. Böylece 1912’de genç bir öğretmen hayata atılıyordu. O zamana kadar babasının zengin kütüphanesi ile kitaplar ve yazma ile aşinalığı oluşmuştu bile çoktan. 15 sene kadar çeşitli okullarda Türkçe ve Fransızca öğretmenliği, müdürlük görevlerinde bulundu. 15 senenin sonunda Erenköy Lisesi’nden öğrencisi Hadiye Hanım ile evlendi. Öğretmenlik yaparken edebiyatla da uğraşan Güntekin, ancak Birinci Dünya Savaşı sonralarında gerçekten yazmaya eğildi. O döneme kadar Eski Ahbap (1917), Hançer (1920) ve Eski Rüya (1922) gibi hikaye ve tiyatro eserleri yazan Güntekin 1922’de Çalıkuşu ile o dönemki Vakit gazetesinin tefrikaları sayesinde ünlendi. 1923-1924 yıllarında Mahmut Yesari ile birlikte “Kelebek” isimli mizah dergisini yayımladı.

Her şey daha başkaydı sanki ben küçükken. “’Biz büyüdük ve kirlendi dünya’ teranesini söylüyor” diyenlere inat, öyle oldu gerçekten biraz da. Daha doğrusu, büyüdükçe gördük dünyanın ne menem bir şey olduğunu. Kirin pasın bizim hep baktığımız yerlerde olduğunu büyüdükçe anladık. Ama güzel şeylerin kıymetini de büyüdükçe anladık. Tıpkı Reşat Nuri Güntekin, Sait Faik Abasıyanık gibi okul zamanlarında, okul kitaplarında bilir bilmez okuduğumuz yazarlar gibi bazı güzellikleri de büyüdükçe kavradık.

Çalıkuşu’nu ilk önce “İstanbul Kızı” adıyla bir tiyatro eseri olarak yazan Güntekin, istediği ilgiyi göremeyince yayına çıkmamış ve eseri tekrar çalışarak roman halinde yayınlatmıştı. Bu eserle tanınmaya başlayan yazar 1931’de Maarif Müfettişi oldu. 1939’a kadar bu görevine devam edip, 1939’da çocukluğunun şehrinden milletvekili olarak meclise girdi. 1946’ya kadar milletvekilliği yaptı. 1941’de Hadiye Hanım kızları Ela’yı dünyaya ge-

Yeni cumhuriyetin eski romantikleri 25 Kasım 1889’da askeri tabip Nuri Bey ile Lütfiye Hanım’ın çocuğu olarak Üsküdar’da dünyaya geldi. Kız kardeşi Reşide küçük yaşta hayata veda edince, tek çocuk olarak büyüdü. Babasının askerliği sebebiyle, tüm asker çocukları gibi bir sürü arkadaşı oldu bir sürü memlekette. İlkokula Çanakkale’de başladı. İzmir’de Frerler 16

Boo! Yazdırılabilir Sürüm, Sayı 8 tirdi. 1947’de Memleket gazetesini çıkarmaya başladı ve sonra Milli Eğitim’deki müfettişlik görevine geri döndü. 1950’den 1954’e kadar UNESCO Türkiye temsilcisi ve öğrenci müfettişi olarak Paris’e gitti, burada Kültür Ataşeliği yaptı. Emekli olunca İstanbul Şehir Tiyatroları’nda bir süre edebi heyet üyeliği yapan Güntekin, akciğer kanseri teşhisi konulunca tedavi için Londra’ya gitti, ancak hastalıktan kurtulamadı ve 7 Aralık 1956’da öldü, 13 Aralık’ta Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildi. Evinin olduğu sokağa “Çalıkuşu”, Kadıköy’de, İzmir’de okullara, İstanbul’da bir tiyatro sahnesine ismi verildi.

Milli Eğitim Müfettişliği yaptığı sırada Sabahattin Ali’nin “Kuyucaklı Yusuf”u için açılan davaya bir rapor hazırlamıştır. Bu raporla Sabahattin Ali’nin kıymetli ve okunası, okutulası bir yazar olduğunu, yazarın toplumun her zaman iyi yanlarını değil, kötü, eksik taraflarını da yansıtmakla sorumlu bir kişi olduğunu belirtmiştir. “Sabahattin Ali kanaatimce son neslin hikayecilerinin en kuvvetlisidir ve ‘Kuyucaklı Yusuf’ romanı memleketimiz ve edebiyatımızın yüzünü ağartacak kıymetli bir sanat eseridir. Zararlı bir tarafını göremedim. Mevzubahis tenkitler bugün el üstünde tutulan Avrupa şaheserlerinde gördüğümüz (aynı mevzulara ait) tenkitlerin yanında son derece masum ve küçük kalır. Yalnız bir şahsın ve bir romanın değil, memleketimizde ilerlemesi lazım bir büyük ve faydalı sanatın da davasını gören cumhuriyet adliyesinden zaten zayıf olan Türk romanının cesaretini kıracak bir karar çıkmayacağını kuvvetle ümit ederim.” diyerek yer yer tenkit etmiş olsa da Sabahattin Ali’nin hakkını sahibine teslim eder. Ancak her ne demiş olursa olsun, Ali’nin acı sonu değişmez.

Sen yine de bir parça benimdin… Dedim ya, bizim çocukluğumuzdur Çalıkuşu, Feride’nin Kamran evlendiğinde söylediği sözdür o çocuk aklımızla bile bizi etkilemiş ve de hep etkileyecek olan, “Bütün olan, geçen şeylere rağmen sen yine bir parça benimdin”. Bir aşkın, sevilmeyi sevmenin hikayesini dönemin zorlu koşulları içinde ayakta durmaya çalışan genç bir öğretmenin (nam-ı diğer muallimenin) öyküsünde anlatmıştır bize Güntekin. O kara çarşaflı kadının, “Hişt, hişt, küçük hanım” diye seslenerek Feride’nin hayatını kararttığı, bir anda Feride’yi büyüterek kararlı bir genç kadına dönüştürdüğü sahneyi hangimiz unutabiliriz ki? Hangi okuru, Miskinler Tekkesi’nin koca kafalı kahramanını unutur? Hangimiz okuyup da “Bir Kadın Düşmanı”nda yüzleşmedik o fırtınalı adamla?

Reşat Nuri Güntekin bir yandan müfettişlik ve ataşelik görevlerini yerine getirirken bir yandan da yazar. Eserlerindeki karakterler için bir otoriteye karşı savaş unsuru her zaman önemli bir yer tutmuştur. Bu savaş, toplum için yönlendirici olmanın bir örneğidir. Yazarın önemli bir özelliği de yazdığı her eser için önce bir kurgu belirliyor oluşudur, söylediğine göre… Önce karakterleri, olayları, mekanları belirler, sonra yazmaya başlar. Bir hikayeyi, romanı yazmaya başladığı zaman onun sonu kafasında bellidir. Günümüz yaratıcı yazarlık teknikleri eğitiminin sık sık anlattığı mevzudur bu. Kurgunun baştan belirlenmesi ve detayların o çerçeve içine alınması. Bu işin eğitimini almadan da böyle çalışan yazarların (hele hele yirminci yüzyıl başında) bulunması ne kadar özenli olduklarının göstergesi değil midir?

Hep derler ki, kahramanları tek yönlüdür Güntekin’in. Sadece Feride bile tek yönlü olmadıklarını görmeye yeter. Bir yandan sevilmeye âşık uçarı bir Çalıkuşu, bir yanda gururu ile öfkesi ile çevresindeki dünyaya kafa tutan muallime Feride, bir yanda munis bir anne şefkati ile Munise’yi kucaklayan kadın Feride. İnsan ki, hislere tercüman kelimeleri vardır Anadolu insanını (Bu deyimi hiç kavrayamayacağım zannımca, bu Anadolu insanı kimdir, bu durumda biz Trakya insanı mı oluyoruz? Niye bir Anadolu insanı var da bir Trakya insanı yok literatürde?) iyi tanıyan, güzel anlatan yazarlardan kabul edilir. Buna insan hallerini bilen ve anlatabilen demek daha doğrusu olur zannımca. İnsanların sıkıntılarını, hayat mücadelelerini günlük konuşmalarının içinde okunur hale getirmenin ustalığındadır Reşat Nuri.

Bu özenli yazar, çok sayıda tefrika, roman, tiyatro eseri ve öyküleriyle 100’ü aşan eser vermiştir. Ancak ticaret anlayışına sahip olmayan pek çok eski toprak gibi, Güntekin de bu eserlerinden hatırı sayılır bir gelir elde etme şansını yakalayamamıştır. Kendisine borcu olan yayınevlerinin önünden geçmediğini, görürlerse Reşat Bey borcumuzu hatırlatmak için önümüzde dolaşıyor diye düşünecekleri sebebiyle yolunu değiştirdiğini anlatır kızı Ela Güntekin. Bütün eserleri ölümünden sonra, eşi tarafından, bir külliyat halinde yeniden bastırılmıştır. O ki, bize Türk edebiyatını öğretenlerden, sevdirenlerdendir, hep okunsun, anlaşılsın, kıymeti bilinsin dileğimizdir.

Roman, hikaye ve tiyatro oyunları yazan Güntekin konuşma dilini ustaca kullandığı eserlerinde artık günümüz dilinde yerleri hızla kaybolan pek çok kelimeyi kullanmasına rağmen kolay okunan, anlaşılan yazarlardandır.

17

Boo! Yazdırılabilir Sürüm, Sayı 8

Gezgin Ruhu Gezgin olmak için kendinden uzaklaşman gerekir; bağlı olduklarından arınman ve hayattan önce kendin ile yüzleşmen gerekir. Yanına aldığın kano, bisiklet, motosiklet, otomobil, karavan, sırt çantası, silah, üstündeki ve sırt çantandaki giyecekler ile yiyeceklerin hayatın için elzem olsa da hepsinden arınman gerekir. Çünkü gezgin çıplaktır, tıpkı dünyaya geldiğinde çıplak olduğu gibi, ayrılacağı bu misafirhaneden yine çıplak gideceğinin bilincindedir. -Ant Uğurdağ

D

oktorun bebeğin kalçasına vurduğu ilk tokatla gelen ağlama aslında, bebeğin ciğerlerine hücum eden oksijenden hafif yanmasından dolayı duyduğu acı ve dış dünyaya bir “merhaba” deyişidir. Dış dünya ile ilk selamlaşmadan aylar sonra gördüğü ilk ışık kakofonisi ‘dış bilinç’ sistemini çalıştırır. Nesillerden nesillere aktarılan iç bilincin aksine dış bilinç; çevreden, aileden ve toplum düzeninden, alınan eğitimden ve ideolojik teamüllerden doğrudan etkilenir. Sanayileşme sürecinin tamamlanıp, internet ve teknoloji nimetleri ile yaşamın, iletişimin bu denli kolaylaştığı bir çağda aslında insana düşen “rol” her geçen gün daha fazla azalmakta. Bundan kasıt; eskiden emek harcanarak, özveride bulunarak ulaşılan ya da ulaşılması oldukça zor olan şeyler, artık sadece bir “tık” uzağımızda ve bir “tık” ile kapımızda. Yaşamın kolaylaşması ve artan bireysellik ile yükselmek için birilerinin omuzlarına basarak sıçramak kanıksandı, hatta bunu yapmayanlar yadırganmaya başlandı. Tüm bu canhıraş hengame aslında modern insanın kendine yabancılaşmasını körükleyen ve umarsızca kaynayan dipsiz bir cadı kazanına dönüştü. Öyle ki insanın tüm idealleri, hevesi, naifliği, edindiği tüm rol modelleri, kafasındaki aşk tanımı, inandığı doğruları ile toplum düzeni ve daha birçok kavram, bu yapay hamur çorbasının şekillendirdiği yönelimlerle oluşuyordu. Gerisi yalandı ve uçsuz bucaksız doğaydı, sadece ve sadece doğa!

li vakti gayet yerinde yüksek eğitim sahibi ebeveynlere sahip bir ailenin, kız kardeşiyle beraber iki çocuğundan biriydi. Tarihler Mayıs 1990’ı gösterdiğinde oldukça prestijli bir okul olan Emory Üniversitesi’nden “yüksek onur öğrencisi” olarak mezun olmuştu. Fakat kafasında çoktan kapitalizm ve onun aracı olan parayla köprüleri atmıştı. Ailesi kendisine yeni bir araba almak ve gelecek inşa etmek için hazırlanırken kendisi tüm bunları elinin tersi ile itti. Öğrenim hayatı boyunca biriktirdiği kendine ait olan 24.000 dolarlık tüm birikimini OXFAM hayır kuruluşuna bağışladı. Öğrenci evini boşaltmaya hazırlanırken, tüm kredi kartlarını imha edip adresine gelecek postaları da merkeze yönlendirerek ailesinin kendisini bulmasını geciktirecek iki üç ay daha kazandırdı. Tası tarağı topladığı gibi eski Datsun marka arabasıyla çöl yoluna vurdu kendini. Yaban hayatının uçsuz bucaksız özgürlüğü Bir noktadan sonra eski emektarını terk edip, cebindeki tüm banknotlarını ve kimliklerini yaktı. Artık Cristopher McCandless değildi, (kendine taktığı yeni isim olan) Alexander Supertramp olmuş idi. Amacı Alaska’ya gitmekti! Gidene kadar çeşitli macera ve badireler atlattı. Kuzey Kaliforniya’da Jan Burres ve Rainey isimli hippi bir çiftle tanıştı ve bir süre onlarla kaldı. Eylül olduğunda Güney Dakota, Carthage’de çalışmak için bir süre gezisine ara verdi ve Wayne Westerberg’in yanında çalışmaya başladı. Ne var ki Westerberg’in uydudan kaçakçılık yaptığının açığa çıkması ve federaller tarafından yakalanmasıyla tekrar işsiz kaldı ve yoluna devam etmek zorunda kaldı. Colorado Nehri’ne vardığında, neh-

Özgürlük içimizde, tutsaklık da yanı başımızda 24 yaşındaki doğa sevdalısı gezgin Cristopher Johnson McCandless da aşağı yukarı böyle düşünüyordu işte. Ha18

Boo! Yazdırılabilir Sürüm, Sayı 8 ri kano ile aşmak istedi fakat milli parktaki korucular kano lisansı olmayanın gitmesine izin verilmediğini, eğer gitmek istiyorsa listeye adını yazdırması gerektiğini söylediler. Sıranın kendisine ancak 2003 yılında geleceğini öğrendikten sonra, sistemin saçmalığına bir kez daha güldü. Doğa oradaydı, özgür irade de içinde, öyleyse hiçbir liste veya şekilsel kural kendi öz benliğinden üstün olamazdı! Kanosuna atladığı gibi nehri aşmaya başladı, yolda onun gibi maceraperestlerle karşılaştı ve nehir devriyesiyle sık sık köşe kapmaca oynadı. Sonunda baraj kapaklarının arasından Meksika sınırından içeri girdi. Bir kum fırtınasında kanosunu kaybettikten sonra tekrar yürüyerek Birleşik Devletler sınırından içeri girdi. Otostop yapmak çare olmayınca, kaçak olarak Los Angeles yük trenlerine atladı. Kısa bir süre sonra kaçak bindiği tren yolu polislerince anlaşıldı ve trenden indirilerek feci şekilde dövüldü. Hızlı yemek lokantalarında çalışarak yine Alaska yolcuğu için para toplamaya da bir yandan devam etti. Aralık 1991’de Kaliforniya’nın Imperial Vadi bölgesinin Slab şehrinde, Jan ve Rainey çiftiyle tesadüfen tekrar karşılaştı. Bu küçük hippi karavanlarından oluşan bölgede Tracy Tatro isimli bir kızla kısa süreli bir yakınlaşma yaşadı ve diğer insanlarla kaynaşması da fazla sürmedi. Fakat aklından Alaska fikri hiç çıkmıyordu. Dostlarının üzüntü ve ısrarlarına rağmen Alaska’ya kesin dönüşe başladı.

ve bu yaptığı hatadan dolayı oldukça pişman oldu ve bir daha tekrarlamadı. Magic Bus’a yerleştikten 4 ay sonra hayat şartları onun için oldukça çetinleşti. Mevsimin kışlamasıyla civardan uzaklaşan hayvanlar besinsiz kalmasına neden oldu ve eldeki pirinç kaynağının azaldığının baş göstermesiyle günden güne kilo kaybetmeye başladı. Son çare olarak yediği ve doygunluk hissini yok edip tedavi edilmediği takdirde yemeklerin sindirilmesini önleyip felç ederek ağır ağır öldüren hedysarum alpinum (Eskimo patatesi) tohumlarını yedi. Elindeki botanik kitabından tohumların türünü kontrol ettiğinde artık yaptığı hatayı telafi edip, geriye dönmek için çok geçti. Bölgeye ilk geldiğinde üzerinden yürüyerek geçtiği küçük dere kaynağı artık daha geniş, derin ve buz gibi su akıntılarıyla akan bir nehir olmuştu! McCandless artık bir şeyin farkındaydı, “mutluluk ancak paylaşıldığında gerçekti”. Gerçek mutluluk paylaşılırsa, sonsuza kadar genç kalınır Başucu kitaplarını okumaya devam etti. Yaptığı bu yolculuk sayesinde aile kavramına ve gerçek mutluluğa ulaşmanın mümkünatı konusunda değişen ve aydınlanan düşüncelerini, onunla beraber ailesine geri götürmesine engel olan amansız nehre ve onu zehirleyen tohumlara lanet okumak yerine otobüsünün bir köşesine adısoyadı, kendine verdiği takma adı ve doğum tarihini de yazarak altına şu notu iliştirdi: “Mutlu bir hayat yaşadım, bu yüzden tanrıya minnettarım. Hoşça kalın! Tanrı hepinizi kutsasın!”. Kendi elleriyle çizdiği özgür kaderin acıklı sonunu metanetle kabul ederek, Magic Bus’taki döşeğine uzanıp mavi gökyüzüne ve dans eden bulutlara dönerek soğuk ölüme tebessümle kucak açtı…

Alexander Supertramp ve Magic Bus Kaliforniya’daki Salton Şehri yakınlarında kamp kurduğu sırada, ordudan emekli Rob Franz ile karşılaştı. Yaşlı adam orduda bir askerken ailesini bir trafik kazasında kaybetmişti. Bu asi genci evine konuk etti ve boş zamanlarında küçük amatör deri atölyesinde çalışmalar yapan Franz bu sanatın tüm inceliklerini ve seyahatinde işine yarayacak deri kemer yapımını McCandless’a öğretti. Birkaç ay Franz ile kaldıktan sonra bu yaşlı ve babacan adamdan ayrılmanın zorda olsa vakti gelmişti, her ne kadar gitmesine üzülse de Franz’ın elinden başka bir şey gelmiyordu. Eski kamp ve seyahat eşyaları, balık oltası ile ağlarını bir hediye olarak ona verdi. Franz vedalaşmadan önce, McCandless’ı eğer kabul ederse evlat edinebileceğini söylese de, “bu teklifini Alaska gezisi sonrası konuşalım” diyen genci fazla üstelemedi. Başlarda Alaska’da bir gezi grubuna katıldı ancak grup lideri Jim Gallien tarafından gruptan kovulunca kalan yola yalnız devam etmek zorunda kaldı. 4 ay sonra Mayıs 1992’de Denali Ulusal Koruma Parkı’nda “Alaska FairBanks” belediyesi etiketi şeritli terk edilmiş eski bir gezi otobüsünü kamp meskeni edindi. Şansına ki içinde eski bir yatak, soba ve birkaç kap kacak da vardı. Yanında getirdiği sadece; 5 kilo pirinç, yabani patates tohumları, .22 kalibrelik dürbünlü av tüfeği ve mermileri, bir fotoğraf makinesi, av malzemeleri ve not defteri ile düşünsel hayatını oldukça etkileyen Jack London, Leo Tolstoy, Thoreau, Mark Twain, Lord Byron gibi sevdiği yazın üstatlarına ait başucu eserleri vardı. Alexander Supertramp yine hayata karşı nüktedanlığını hiç bozmadan kaldığı külüstür otobüse de “Magic Bus” adını verdi. Artık kendi mabedine ve hayatına hizmet eden yalnız bir mürit gibiydi. Yanında getirdiği pirinç ve civardaki sincap gibi küçük hayvanlarla beslenmeye devam etti. Av tüfeğiyle avladığı geyikten elde ettiği etleri muhafaza edemediği için bundan da yararlanamadı

McCandless’ın belki de yaptığı en büyük hata yanında hiçbir harita, pusula gibi yön bildirgeci almaması ve çevresinde ona onlarca kilometre uzakta olmalarına rağmen geyik avcılarının kulübelerini fark etmemiş olmasıydı. Ağustos 1992’de ölümünün ardından cesedi , 18 gün sonra bölgede ava çıkmış olan geyik avcıları tarafından bulundu. Vasiyeti üzerine kız kardeşi Carine, yakılan cesedinin küllerini uçaktan Alaska’nın dört bir yanına savurmuştur.

Özgürlüğün Güncesi

McCandless’ın 1990’lı yıllardaki Kuzey Amerika’dan Alaska’nın ücra yabanıllarına kadar süren hikayesini; yazar, marangoz ve emekli bir dağcı olan John Krakauker’ın, kendisini onun gençlik anılarıyla özdeşleştirmesinden dolayı 1996 yılında kaleme aldığı “Into the Wild” isimli kitapta ölümsüzleştirmiştir. Bu kitaptan yola çıkarak hikayeyi senaryolaştıran ünlü oyuncu Sean Penn yine aynı isimde biyografik sinema filmini 2007 yılında beyaz perdeye sunarak iki altın küre ödülü adaylığına layık görülmüştür. Pearl Jam grubunun usta solisti Eddie Vedder ise filmin şarkılarının yer aldığı albümde, “Hard Sun” ve “Society” ve “Guaranteed” adlı parçaları seslendirip önemli katkılarda bulunmuş ve “Guaranteed” parçası film ile en uyumlu orijinal parça seçilmiştir. 19

Smile Life

Show life that you have a thousand reasons to smile

Get in touch

© Copyright 2024 DOKU.TIPS - All rights reserved.